Archive for Enerji

Evren Üzerine-20

Evrenin Geleceği

Evrenin kaderini belirleyen en önemli etken, içerdiği madde yoğunluğudur. Çünkü genişlemeyi durduracak başlıca etken bu maddeden kaynaklanan kütleçekimidir. Bu da birim hacimde ne kadar madde bulunduğu ile ilgilidir.

20. yüzyılın başında oluşmaya başlayan kozmoloji yaklaşımına ve genel görelilik kuramına göre, evrendeki madde eşit-homojen dağılmıştır ve her yönde aynı görülür (izotropluk). Bu düşünce kozmolojik ilke olarak isimlendirilir.

Einstein’ın genel görelilik kuramı, kütlenin uzayı büktüğünü öne sürer ve maddenin kütleçekim etkisi altındaki hareketine de bu eğrilik neden olur. Kütleçekim uzayı eğdiğinden, ışık doğrusal olarak ilerleyemez. Eğer bir ortamda kütle varsa, burada “düz çizgilerden” bahsetmek yanlış olur. İki nokta arasındaki en kısa uzaklık bir doğru değil eğridir. Böyle bir uzayda paralel çizgiler de kesişebilir.

Karmaşık gibi görünmekle birlikte eğri uzay kavramı evrenin kaderini belirleyen uzayın yapısını açıklamada kolaylık sağlar. Buna göre evrenin geometrisi, üç değişik biçimde yani kapalı, açık ya da düz olabilir.

Eğer evren madde bakımından yeterince yoğunsa, genişlemesi bir gün duracak ve evren çökmeye başlayacaktır. Bu çökme evren yeniden tekilliğe ulaşana değin sürecektir. Kapalı evren modeline göre, Büyük Patlama periyodik olarak olan bir şeydir. Genişlemesinin bir sınırı olduğundan, böyle bir evrenin hacmi her zaman sonludur.

Açık evren modeli, evrendeki yoğunluğun kritik değerin altında olması durumunda, kütleçekiminin genişlemeyi hiçbir zaman durduramayacağını ve genişlemenin sonsuza kadar süreceğini söyler. Böyle bir evrende galaksiler yeni yıldızlar üretmek için gereken gaz stoklarını tüketir, yıldızlar da ömürlerini tamamladıklarında söner.

Evrendeki madde yoğunluğu kritik değere eşitse, evren yine sonsuza kadar genişler. Şişme kuramı, evrendeki maddenin kritik değere çok yakın olduğunu söylüyor. Bu, yapılan son gözlemlerle de doğrulanıyor.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-21

Günümüzde, açık evren modelinin geliştirilmiş sürümü olan “hızla genişleyen evren” modeli kabul görmektedir. Bu modele göre evrenin genişlemesi giderek hızlanmaktadır. Bunun olabilmesi için evrende kütleçekimine karşı bir kuvvet olması gerekir. Astronomlar bunu şimdilik karanlık enerjinin varlığı ile açıklamaktadır.

Evren, genişlemesine paralel olarak giderek soğumaktadır. İlerleyen süreçte, bundan yaklaşık 100 trilyon yıl sonra, yıldızların hammaddesi olan gaz ve toz neredeyse tamamen tükenecektir. Artık yeterli miktarda yakıt olmadığı için yeni yıldızlar oluşamayacaktır. Yıldızlar zamanla sönecek ve evrendeki maddenin çoğu karadeliklerde, nötron yıldızlarında ve yıldızlardan geriye kalan kahverengi cücelerde toplanacaktır. 1030  yıl sonra bunlar da zamanla birleşerek dev kütleli karadeliklerde toplanacaktır.

Her ne kadar karadelikler her şeyi yutan, içine düşen hiçbir şeyin kaçamayacağı gökcisimleri olarak bilinse de, Stephen Hawking, karadeliklerin de buharlaşabileceğini söylemiştir. Buna göre karadelikler, Hawking ışınımı denen bir ışınım yaparak çok yavaş da olsa kütle kaybeder. İşte; bu nedenle bundan yaklaşık 10100 yıl sonra, evrenin sadece ışınım ve karadeliklerden kaçmayı başarabilmiş parçacıklardan oluşacağı düşünülüyor. Ne var ki, evren bu sırada o kadar genişlemiş olacak ki, sıcaklığın mutlak sıfıra çok yakın olacak ve artık evren çok soğuk ve karanlık bir yer haline gelmiş olacaktır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-22

Başka Evrenler

Büyük Patlama kuramıyla ilgili yanıtlanmamış bazı sorular mevcuttur. Bunların en önemlilerinden biri, patlamadan öncesinde ne olduğudur… Bazı bilim adamları bunu sorgulamanın anlamsız olduğunu düşünmektedir. Çünkü uzay gibi zaman da yani aslında her şey Büyük Patlamayla başlamıştır.

Ancak gündemden düşmüş olsa da kapalı evren modeli, evrenin genişlemesinin giderek yavaşlayacağını ve yavaşlama durduktan sonra evrenin çökmeye başlayacağını önce sürer. Bu modele göre eğer yeterli madde olsaydı, evren bir gün “Büyük Çatırtı (veya Big Crunch)” ile sonlanacaktı. Bu model, evrenin Büyük Patlama, genişleme, büzülme ve Büyük Çatırtı’dan oluşan döngüyü durmadan yinelediği düşüncesini de birlikte getirmiştir. Ancak günümüzde evrenin hızlanarak genişliyor olması bu modelin artık geçerli olmadığını göstermektedir.

Evrenin her zaman var olmadığı, en azından bir başlangıcının olduğu bilgisi, onun neyin içinde genişlediği ve başka evrenlerin var olup olmadığı sorularını da gündeme getirmektedir. İçinde yaşadığımız evren dışında da bir şeyler olabileceğine ilişkin, elimizde hiçbir veri yoktur.  Ancak birtakım varsayımlar ortaya atılmaktadır. Örneğin, evrenimiz tıpkı kapağı açılan bir gazoz şişesindeki gazoz kabarcıkları gibi, kozmik bir denizin içinde büyüyen bir kabarcık gibi olabilir. Yalnız bizim evrenimiz değil, onun gibi birçoğu daha aynı ya da farklı sonları paylaşıyor olabilir.

Evrende oluşan kuantum dalgalanmaları da yeni evrenler doğurabilir. Bu düşüncenin bir türevi de karadeliklerden yeni evrenlerin tomurcuklanabileceğini savunur. Buna  “bebek evrenler” senaryosu denmektedir.

Var olsalar bile başka evrenlerle iletişim kurma olasılığımız şimdilik yok. Büyük olasılıkla gelecekte de olmayacak. O nedenle bu varsayımların gerçek olup olmadığını öğrenme şansımız yüksek görünmüyor. Zaten içinde yaşadığımız evren yeterince büyük. Öyle ki, varsa bile, sınırlarını görme olanağımız yok. İnsanoğlu bugün yaptığı gibi gelecekte de kendi sınırlarını zorlayarak yaşadığı evreni daha iyi anlamaya çalışacak.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-23

Kaynaklar

  1. Aydın Sayılı, 1999, Bilim tarihi, Gündoğan Yayınları.
  2. Bilim ve Teknik Dergisi, 2000, Sayı 386 Eki: 20 yyda Bilim ve Teknoloji
  3. Cemal Yıldırım, 2015, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi.
  4. Cengiz Yalçın, 2015, Kuantum, Akılçelen Kitaplar.
  5. E. B. Bolles, Galileo’s Commandment, TÜBİTAK yayınları (Nermin Arık çevirisiyle)
  6. George Sarton, 1995, Antik bilim ve modern uygarlık (Elektronik Kitap)
  7. https://en.wikipedia.org
  8. https://home.cern/about
  9. https://www.ligo.caltech.edu/
  10. https://www.nobelprize.org/nobel_prizes/physics/
  11. John L. Heilbron, 2005, The Oxford Guide to the History of Physics and Astronomy, Oxford University Press
  12. John Waller, 2002, Fabulous sciencefact and fiction in the history of scientific discovery, Oxford University Press.
  13. Julio A. Gonzalo, Manuel M. Carreira, 2014, Intelligible design :a realistic approach to the philosophy and history of science (Elektronik Kitap)
  14. Leonid Zhmud 2006, The origin of the history of science in classical antiquity, Walter de Gruyter.
  15. Louis de Broglie, 1992, Yeni Fizik Kuvantumları, Kabalcı Yayınları.
  16. National Academy ofSciences, 1975, The history, scope and nature of materials science and engineering, National Academy of Sciences.
  17. Orhan Hançerlioğlu, 1985, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi.
  18. Pascal Acot, 2005, Bilim Tarihi, Dost Yayınları.
  19. Stephen Hawking, 2016, Zamanın Kısa Tarihi, Alfa Yayınları.
  20. Zeki Tez, 2008, Fiziğin Kültürel Tarihi. Doruk Yayıncılık.
  21. Zeki Tez, 2009, Astronomi ve Coğrafyanın Kültürel Tarihi. Doruk Yayıncılık.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-19

Mikrodalga fon ışımasındaki dalgalanmaların Büyük Patlama kuramıyla ilişkisi henüz tam olarak kurulamamıştır. Galaksileri oluşumuna yol açan bu dalgalanmaların şişme döneminde ortaya çıkmış olabileceği üzerinde durulan bir olasılıktır.

Kozmologlar, evrenin ne zaman oluştuğunu bulabilmek için evrenin yaşını belirlemeye çalışıyor. Bunun için çeşitli yöntemlerden yararlanırlar. Evren,  içindeki en yaşlı yıldızdan daha genç olamayacağına göre, en yaşlı yıldızlar, bize onun yaşı hakkında ipucu vermekte. Bunda da özellikle küresel yıldız kümelerinden yararlanılır. Küresel küme, aynı anda oluşmuş yaşlı yıldızlardan oluşur. Ancak, küresel kümeleri kullanarak duyarlı bir tahmin yapmak zor olsa da gözlemler evrenin ortalama yaşının 14 milyar civarında olduğunu göstermektedir.

Evrenin yaşını belirlemede daha güvenilir bir kaynak, Hubble sabitidir. Hubble sabiti, evrenin günümüzdeki genişlemesinin bir ölçüsüdür. Evrenin genişlemesini yavaşlatan etken kütle çekim olduğundan, evrendeki kütle miktarı, onun yaşıyla doğrudan ilgilidir. Günümüzde evrenin düz olduğu düşünülmektedir ve bunun için gerekli madde miktarı ve yoğunluğu da yaklaşık olarak bellidir. Evrenin yaşı, buna göre hesaplandığında 13.7 milyar çıkar.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-14

Evrenin Evrimi

Evren doğumundan günümüze kadar hangi aşamalardan geçmiştir ve gelecekte neler olacaktır?

Edwin Hubble, 20. yüzyılın başlarında evrene bakışımıza yeni pencere açmıştır. Hubble, uzaktaki galaksilerden gelen ışığı incelediğinde ilginç bir gerçeği keşfetmiştir. Uzaktaki galaksilerin ışığı olması gerektiğinden farklı görünmekteydi. Bir galaksi bize ne kadar uzaksa, ondan gelen ışığın dalgaboyu, olması gerekenden bir o kadar daha uzun oluyordu.

Bir ışık kaynağı gözlemciye göre uzaklaşıyor ya da yaklaşıyorsa, ondan kaynaklanan ışığın dalga olduğundan farklı görünür. Buna, uzaklaşma durumunda “kırmızıya kayma”, yaklaşma durumunda ise “maviye kayma” denir. Bunun nedeni ise: Eğer cisim gözlemciden uzaklaşıyorsa, cisimden kaynaklanan ışığın dalga boyu uzar. Uzay genişlerken ışık dalgaları da genişler.

Eğer bir ışık kaynağından çıkan ışık bize ulaştığında evrenin genişliği iki katına çıkmışsa, ışığın dalga boyu da aynı oranda artmış, enerjisi de yarıya düşmüş olur. Dalgaboyunun olması gerekene göre ne kadar uzadığına bakılarak, bir cismin gözlemciye göre hızı hesaplanabilir. Yani, uzaklardaki galaksilerin bizden hangi hızla uzaklaştıkları hesaplanabilmektedir.

Edwin Hubble’ın 1929’da yaptığı bu keşif, yani tüm galaksilerin bizden uzaklaşmakta olduğunu keşfetmesi, evrenin genişlemekte olduğunu gösterdi. Evrenle ilgili olarak çalışan bilim adamları (kozmologlar), evrenin genişlemesini anlatırken genellikle “üzümlü kek” örneğinden yola çıkarlar.  Kekin hamuru uzayı, üzümler ise galaksileri simgeler. Pişmekte olan kek giderek kabarır. Kek kabarırken üzümler birbirinden uzaklaşır. Kekin içindeki iki üzüm tanesi birbirine ne kadar uzaksa, birbirlerinden uzaklaşma hızları da o kadar yüksek olur. İşte; evrende de galaksiler birbirinden benzer şekilde uzaklaşır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-15

Eğer zamanı tersine çevirebilseydik, tüm galaksiler birbirine doğru yaklaşacak ve sonunda tek bir noktada birleşeceklerdi. Evrenin genişliyor olması onun geçmişte sonsuz küçük bir noktadan ortaya çıktığını düşündürüyor. İşte; bu kuram Büyük Patlama kuramı olarak isimlendirilmektedir.

Büyük Patlamayı, uzayda gerçekleşen bir patlama olarak değil, uzayın kendisinin ani bir şekilde genişlemesi olarak düşünmek gerekiyor. Zaten kozmologlar, Büyük Patlama adındaki “patlama” sözcüğünün gerçek anlamıyla düşünülmemesi gerektiğini belirtmektedirler. Bugünkü bilgilerimize göre evrenin doğumu akıl almaz yoğunlukta enerji içeren bir noktanın genişlemesiyle başladı. Aşırı sıcak evren genişleyip soğudukça temel kuvvetler birbirinden ayrıldı, ilerleyen süreçte madde açığa çıktı.

Büyük Patlama, tartışılsa da günümüzde içinde bulunduğumuz evrenin ortaya çıkışını en iyi açıklayan kuramdır.

Büyük Patlama kuramı, kozmologların karşısına iki önemli soru çıkarmıştır. Bunlardan biri, evrende hangi yöne bakarsak bakalım, her yeri aynı görüyor olmamızdır. Oysa büyük patlamadan bu yana ışık, görebildiğimiz evrenin bir ucundan öteki ucuna gitmek için zaman bulamamış olmalı. Sorun, bilginin ışıktan daha hızlı iletilemeyeceği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Yani evrenin bir bölgesinin bir başka bölgesiyle aynı gelişim hızında olması için aralarında fiziksel olarak bir iletişimin sağlanabilmesi gerekir. Kozmologlar buna “homojenlik problemi veya ufuk sorunu” adını vermişlerdir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-16

Gözlemler ise, evrenin iletişim halinde olmayacak kadar uzak bölgelerdeki sıcaklık ve yoğunluğun benzer olduğunu ortaya koyuyor. Peki, farklı ufuklar birbirinden “haberleri” olmadığı halde nasıl bu kadar uyum içinde olabiliyor? Eğer evren hep aynı şekilde genişlediyse, bunu açıklayabilecek bir mekanizma yoktur.

Bu problemin çözümü için iki öneri bulunmaktadır: “Kozmik şişme” ve “ışığın hızının değişken olması”. Özel relativite postülalarından sonra ikinci seçenek ortadan kalkmıştır. Bu durumda birinci öneri doğru seçenektir.

İkinci sorun, evrende gözlenen uzay-zamanın “düz” olmasıdır. Evrenin düz olması, onun sonsuza değin genişleme ve genişlemenin durarak çökmenin başlaması arasında bir yerlerde olması anlamına geliyor. Evrenin açık, düz ya da kapalı olması onun yoğunluğuyla ilgilidir. Çünkü evren ne kadar yoğunsa, genişlemeyi yavaşlatacak ya da durduracak madde o kadar çok demektir.

Eğer yoğunluk kritik değerin altındaysa, evren sonsuza kadar genişleyecek demektir. Bu durumda evren “açık”tır. Yoğunluk bu değerin üzerindeyse, genişleme gelecek bir zamanda duracak ve evren çökmeye başlayacak demektir. Bu durumda evren “kapalı”dır.Evrenin düz olması, onun ya gözleyebildiğimizden daha fazla maddeye yani çok miktarda “karanlık maddeye” sahip olması ya da “sişme” sayesinde düzleşmiş olması anlamına geliyor.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-17

1980’li yıllarda ortaya atılan şişme kuramı, Büyük Patlamanın keşfinden sonra, kozmolojideki en önemli gelişme oldu. Şişme kuramı, Büyük Patlamadan sonra, çok kısa bir süre sonra, evrenin yine çok kısa süreli ama hızlı bir genişlemeye sürecinden geçtiğini öne sürmektedir. Bu sürede, evrenin boyutları, yaklaşık bir proton boyutundan (10-15 m= 1 metrenin bir milyar kere milyonda biri), bir greyfurtunkine kadar çıkmış olduğu düşünülmektedir. Bu da yaklaşık olarak 10 üzeri 60 kez (1 yazıp yanına 60 tane 0 koymak demek) genişleme anlamına gelmektedir.

Görüldüğü gibi şişme kuramı iki problemi (homojenlik problemi ve düz görünme problemi) de açıklama özelliğine sahip bir kuramdır.

Büyük Patlamadan sonraki ilk 300.000 yıl süresince evren, madde ve ışınımın oluşturduğu çorba kıvamındaydı. Bu sırada evrendeki yoğun ışınım, bu çorbanın içindeki elektronlar tarafından saçıldı. Evren, 300.000 yaşına geldiğinde, protonlarla elektronların birleşerek hidrojen atomunu oluşturmaya başlamalarına izin verecek kadar soğumuştu. Hidrojen atomuyla etkileşime girme olasılığı çok zayıf olan ışınım bir anda serbest kaldı. İşte; bu ana “son saçılma anı” denmektedir. Çünkü bu andan sonra ışık, elektronlar tarafından bir daha saçılmadı ve evrenin her yanına serbestçe dağıldı.

Günümüzde, bu ışınımın kanıtlarını evrenin her yerini dolduran kozmik mikrodalga fon ışınımı olarak görebiliyoruz. 300.000 yaşındaki evrende çok yüksek enerjili gama ışınımı olarak yayılan bu ışınım, o zamanda bu yana, enerjisini çok büyük oranda kaybetmiş durumdadır. İsim olarak mikrodalga fon ışınımı demememizin nedeni bu ışınımın elektromanyetik spektrumun mikrodalga bölgesinde görebiliyor olmamızdır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-18

Mikrodalga fon ışınımıyla ilgili ilk duyarlı ölçümler, 1989 yılında fırlatılan COBE (Cosmic Background Explorer-Kozmik Arka Plan Kaşifi) uydusu sayesinde yapılabildi. Buna göre, tüm uzayı dolduran bu ışımanın sıcaklığı mutlak sıfırın 2.73 derece üzeriydi.

Başlangıçta, bu ışınımın en önemli özelliği, tüm yönlerde aynı sıcaklıkta olması olarak görülüyordu. Ancak, COBE’nin ve ardından fırlatılan WMAP (Wilkinson Microwave Anisotropy Probe-Wilkinson Mikrodalga Anizotropi Ölçüm Aracı) uydularının duyarlı ölçümleri sonucunda, fon ışımasında küçük dalgalanmalar (anizotropluklar) keşfedildi. Bunlar, aslında bir derecenin yalnızca on binde 2’si kadar farklılık göstermekteydi. Bu fark çok küçük bir fark gibi görülse de kozmologlar için büyük önem arz etmektedir.

Mikrodalga arka plan ışımasındaki iniş-çıkışlar, ilkel evrenin değişik bölgelerinde bulunan madde yoğunluğundaki küçük farklardan kaynaklanmaktadır. Yoğunluktaki küçük farklar kozmologlara galaksi kümeleri ve galaksiler evrendeki büyük yapıların kökeniyle ilgili yol göstermektedir. Galaksiler, evrende rastgele dağılmamıştır. Kümeler ve süperkümeler gibi yapılar oluştururlar.

Evrenin bu geniş ölçekli yapısının,  Büyük Patlama’nın hemen ardından ortaya çıkan etkileşimlerin ürünü olduğu sanılmaktadır. Büyük Patlama’dan kısa bir süre sonra, madde evrenin bazı bölgelerinde çok az da olsa daha yoğun hale geldi. Bu maddenin belli yapılar oluşturacak biçimde yoğunlaşarak galaksileri oluşturmasını tetikledi.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-6

Azerbaycan doğumlu Fars bir bilim adamı olan Nasiruddin Tusi (1201-1274) Batlamyus ve Aristoteles’ten farklı olarak Dünya merkezli evren yerine Güneş merkezli evren modelini benimsemiş ve yalnızca Dünya için değil diğer gezegenler için de yörünge hesapları yapmış ve Almagest’in güncellenmesine katkılar sunmuştur.

MS 476-550 yılları arasında yaşayan ve modern Hint matematik ve astronomisi ile Aryabhatiya ekolunun kurcusu olan Aryabhata gibi Nilakantha Somayaji de (1444-1544) yarı Güneş merkezli evren modelini benimsemiştir. Somayaji tıpkı Antik Yunan filozofları gibi polimat bir bilim adamıdır. Somayaji’nin dahil olduğu Kerela astonomi okulunun inancına göre Dünya hariç tüm gezegenler (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) Güneş etrafında dönerken, bütün bu sistem Dünya etrafında dönmektedir. Yarı Güneş merkezli sistem olarak da adlandırılan bu sistem daha sonra Tycho Brahe tarafından da savunulacak ve Tychonic sistem olarak isimlendirilecektir.

Kopernick, Kepler ve Galileo gibi bilim adamlarından sonra insanları doğaya ve evrene bakışı değişmeye başlamıştır. Avrupa’da Orta Çağ boyunca Kilise ve onun etkisindeki Engizisyon nedeniyle ancak belli kitaplar Latin diline çevrilebilmiştir. Kitap tercihi noktasında bu iki kurumun etkisi çok büyüktür. Haçlı seferleri devamında gerçekleşen coğrafi keşifler ve İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’ya göç eden Bizanslı sanat ve bilim adamların sayesinde Avrupa’da baskıcı bu iki kurumun etkisi yavaş da olsa azalmakta idi. Devamında, 1500 ve 1600’lü yıllar bilim alanında büyük ilerlemelere gebeydi.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-7

Artık eski görüşler toplumu tatmin etmiyor, bilim insanları da yeni pek çok keşif ve icatla uğraşıyordu. Kilisenin dar kafalı Skolastik düşüncesine darbe vuracak olan bilim adamları ve filozoflar özelikle matematik, geometri, mekanik ve astronomi üzerindeki çalışmalarına yoğunluk vermekteydi. Bu noktada ilk çalışmalar gök cisimlerinin uzaydaki hareketini açıklamaya yönelik olarak yapılmıştır.

İlk çalışma Polonyalı astronom ve gök bilimci Nicolas Copernicus (1473-1543) tarafından yapılmıştır. Copernicus, gökyüzündeki cisimlerin kilisenin dediğinin aksine, yermerkezli bir biçimde değil de Güneş merkezli bir biçimde çembersel yörüngelerde hareket ettiklerini savunmaktaydı. Bu çalışmasını ölmeden önce“Göksel Kürelerin Hareketleri Üzerine” ismi ile yayınladı. Bu kitap modern anlamda astronomi biliminin başlangıcı olarak kabul edilir.

Güneş’i evrenin merkezinde kabul ederek yapılan bu çalışma daha kolay ve daha kesin sonuçlar vermiştir. Copernicus’un ortaya attığı Güneş etrafındaki çembersel yörünge perspektifi Alman astronom ve matematikçi Johannes Kepler (1571-1630) tarafından genişletilerek yepyeni bir boyut daha aldı. Tycho Brahe’nin (1546-1601) gözlemlerini ve Copernicus’un modelini kullanan Kepler herkes tarafından bilinen yasalarını yayınladı. Bu yasalara göre göksel cisimler Güneş etrafında, belirli periyotlarda, eşit zaman aralıklarında ve eşit alanlar tarayacak biçimde eliptik yörüngelerde dönüyorlardı.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-8

Günümüzde de halen geçerli olan Kepler yasaları Güneş’i merkeze alacak şekilde dönüş hareketi yapan gezegenlerin yörüngelerinin tam yuvarlak olmasından ziyade eliptik olmasını içermektedir. Oysa verilerini kullandığı, Tycho Brahe ise yarı-güneş merkezli bir model önermiştir. Brahe’ye göre bilinen tüm gök cisimleri Güneş etrafında dönerken, Güneş de Dünya etrafında dönmekteydi. Bu modele literatürde “Tychonic Model” adı da verilmektedir.

Kilise baskısına uzak olan Copernicus ve Kepler’in aksine İtalyan bir bilim adamı olan Galileo Galilei (1564-1642) bilimsel anlamda birçok gelişmenin öncüsü olarak da gösterilmektedir. Galilei kendisi ile hemen hemen aynı dönemde yasayan Giordano Bruno (1548-1600) kadar şanssız değildi. Bruno, Copernicus’un söylediklerini felsefi anlamda daha da geliştirirken kilisenin dediklerine karşı çıktığı için 50’li yaşlarında öldürülerek hayatını kaybetmiştir.

Galilei de tıpkı Bruno gibi Copernicus ve Kepler’e ait düşünceleri benimsemiştir. Kendisi Güneş, Dünya, Ay ve diğer gezegenlerin hareketlerini hem gözlemsel hem de matematiksel olarak incelemiş ve Copernicus ile Kepler’in çalışmalarında sundukları sonuçlara ulaşmıştır. Halkın güvenini kazanmış bir bilim adamı olan Galilei’nin söyledikleri Kilise ve Engizisyonu rahatsız etmiş ve Galilei’nin yargılanmasına neden olmuştur. 1615 yılında yapılan yargılamada düşüncelerinden cayması karşılığında Bruno gibi ölüm cezasına çarptırılmak yerine ev hapsi ile cezalandırılmıştır.

Döneminin iyi ve saygın bir bilim adamı olan Galilei görüşlerinden vazgeçmemiş ve 1633 yılında ilerlemiş yaşına rağmen tekrar yargılanmıştır. İlerlemiş yaşı nedeniyle tekrar ev hapsi ile cezalandırılmıştır. Ömrünün sonuna kadar da evinden çıkamamıştır.

İlk bakışta başlangıçta olan yargılamada tavır değiştirmesi yadırganan Galilei şayet böyle yapmasa idi sonu tıpkı kendinden önce ölüm cezasına çarptırılmış bilim adamları gibi olacak ve bu kadar etkili olamayacaktı. Saygın bir bilim adamı olan Galilei’nin yaşaması ölümünden daha faydalı olmuştur.

Sadece astronomi veya gök bilimi ile ilgilenmesinin yanı sıra tıp eğitimi de almış Galilei ayrıca matematik, mekanik gibi birçok bilim dalı ile de uğraşmıştır. Özellikle astronomi üzerine olan çalışmaları ve yargılama sürecinin etkisi nedeni ile bilimsel aydınlanmanın ve modern astronominin babası olarak nitelendirilmektedir. Hatta çağımızın ünlü evren bilimcilerinden Stephen Hawking (1942- 2018) modern bilimin doğuşu için en önemli katkıları sunan kişinin Galileo Galilei olduğunu söylemiştir. Çünkü Galilei Kilise ve Engizisyonun kabul etmeye zorladığı yer merkezli ve yarı yer merkezli (Tychonic) modelleri reddetmiş, devamında Kilise ve Engizisyon’un halk tarafından sorgulanmasını sağlamış ve dogmalara karşı bilimsel anlamda aydınlanmaya da ön ayak olmuştur.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-9

Modern Anlamda Evren Kuramının Gelişmesine Neden Olan Bilimsel Çalışmalar

Gelecek bölümlerde anlatılacak olan ve en çok kabul gören, Büyük Patlama’ya dayalı, evren modelinin ortaya çıkması çok kolay olmamıştır. Bu konuda ardı ardına birçok gelişme yaşanmış ve günümüzde kabul gören bu model ortaya çıkmıştır.

1842 yılında Avusturyalı Fizikçi Christian Andreas Doppler  (1803-1853) ünlü Doppler yasası (veya Doppler etkisi) formülünü buldu. Bu yasa uzaklaşan cisimlerin frekanslarının azalıyor gibi gelmesinin matematiksel ifadesi idi. İlerleyen yıllarda bulunacak olan evrenin genişlediğine dair kanıtlardan bir tanesi olan, kızıla kayma adı da verilen fiziksel durum Doppler etkisinden başka bir şey değildir.

Ünlü bilim adamı Albert Einstein 1915 yılına gelindiğinde Genel Görelilik adını verdiği çalışmalarını toparlamıştır. Einstein, aslında, 1905’te “görelilik” (evrendeki hareket mutlak olmayıp sadece relatif-göreli-harekettir) kavramını ortaya attığında; 200 yıl önce Newton zamanından beri kabul edilen hareket görüşünü değiştirmiştir. Özetle; Özel Görelilik Kuramı, madde-enerji eşdeğerliliğine (E=mc²) ek olarak ışık hızına yakın hızlarda hareket edildiğinde zamanın yavaşlayacağı, uzaklıkların kısalacağı gibi alışılmamış etkileri tahmin ediyordu.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-10

Genel Görelilik Kuramı; Einstein’ın 1907’de, çekimsel ve ivmeli hareketin benzer olduğunu gözlemlemesinden sonra geçen uzun bir çalışma süreci sonucunda ortaya çıkmıştır. 1915 yılında tamamladığı bu teori ile Einstein, düz uzay ve mutlak zaman yerine “eğrilikli uzay-zaman”da yaşadığımızı göstermek istemiş ve açıklanamayan çekim kökenli olaylara mantıklı açıklamalar getirmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl sonra Genel Göreliliğin öngörülerinden biri olan ışığın kütle çekimi ile bükülmesi denenmiştir. İngiliz bir ekibin Güneş tutulmasını izlemek için düzenlediği araştırma gezisinde (Mayıs 1919’da), Güneş yakınlarındaki bir yıldızın tutulma zamanındaki ve normal zamanlardaki konumları birbiriyle karşılaştırılmıştır. Bu ekibin düşüncesine göre Einstein’ın önerisi doğruysa, yıldızların konumunun çok az da olsa değişmesi gerekiyordu. Gerçekten de durum kuramın öngördüğü gibi olmuştur. Kuramı doğrulanan Einstein bir kez daha çok büyük bir prestij kazanmıştır.

Fizikçiler açısından bakıldığında Genel Görelilik Kuramında Einstein, serbest düşme sırasında çekim ve ivmenin eşdeğer olduğunu ortaya koymuş ve fizik kanunlarının, elektromanyetizmanın denklemleri gibi, yerel Lorentz ve yerel konum değişmezliğini sağlayacağını göstermiştir. Genel Görelilik Kuramının dayandığı ilkeler genel kovaryans (fiziksel olayların incelendikleri referans (koordinat) sisteminden bağımsız olmaları) ilkesi ve eşdeğerlik ilkesi şeklinde sıralanabilir. Einstein, bu iki temel ilkeyi matematik olarak formülleştirip kendi adıyla anılan ve kütle çekim etkisini açıklayan alan denklemlerini (Einstein Alan Denklemleri) bulmuştur. Bu denklemler, sayıca 10 tane ve nitelik olarak ikinci mertebeden türevler içeren diferansiyel denklem sisteminden oluşmaktadır.

Özel Görelilik, temel parçacıkların küçük dünyasını ve etkileşimlerini anlama gayretlerimize yardımcı olurken Genel Görelilik ise büyük patlama, kara delikler, nötron yıldızları ve gravitasyonel dalgalar gibi büyük ölçekteki olayları açıklamaya çalışır. Özel ve Genel Görelilik kuramları birbirinden bağımsız gibi görünse de; Görelilik Kuramı genel anlamda uzay-zaman, çekim ve mekanik kuramlarının tümünü kuşatan tek bir kuramdır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-12

1932 yılında olmuş bir diğer önemli gelişme de radyo astronominin temellerinin atılmasıdır. Radyo astronomi çalışmalarında evrendeki gök cisimleri sıcaklıklarından dolayı radyo dalgası frekansında ışınım yaymakta idi. Bunu ilk gözleyen ise Karl Guthe Jansky (1905-1950) isimli Amerikalı bilim adamıdır. Bu çalışma ile ortaya çıkan radyo astronomi, ilerleyen yıllarda Büyük Patlama’nın en önemli kanıtlarından biri olan kozmik mikrodalga arkafon ışımasının da gözlenmesinin yolunu açacaktır.

1941 yılına gelindiğinde İsveçli ünlü Fizikçi  Hannes Olof Gösta Alfvén (1908-1995) yüklü gazların gösterimine yönelik yeni bir tasarım ortaya atmıştır. Maddenin dördüncü hali olarak da isimlendirilen plazma, iyonlaşmış (elektron vermiş) gaz demektir. Alfvén’in söylediğine göre plazma içindeki madde parçacıkları birbirine çok yakınsa sanki sürekli bir ortam gibi düşünülebilir. Bu durumdaki bir plazma bir akışkan gibi kabul edilebilir. Yüklülük ve elektromanyetik alan etkilerini de dikkate alırsak yeni bir çalışma disiplini ortaya çıkar. Alfvén, bu disipline elektromanyetik alandaki yüklü akışkanların dinamiği anlamına gelen Manyetohidrodinamik demiştir. Evrenin %90 ile yıldız içlerinin plazma olduğunun bilindiği bir ortamda Alfvén’in yaptığı katkı çok değerlidir. Alfvén önerdiği bu çalışma disiplini ve sonrasındaki katkılarından dolayı 1970 yılı Nobel Fizik Ödülü’nü almaya hak kazanmıştır.

20. yüzyılın ikinci yarısı radyo dalgalarının keşfi ve radyo astronominin gelişmesi açısından önemlidir. Alman astronom Arno Allan Penzias (1933- ) ve Amerikalı astronom Robert Woodrow Wilson (1936 – ) 1965 yılında evrende 3 Kelvinlik artık ısıl enerjiye denk gelen bir fon ışıması (cosmic microwave background radiation) keşfetmiştir. Günümüz teknolojisi ve bilgisiyle bu ışımanın evrenin milyarlarca yıl önceki oluşumu sırasında gerçekleşen başlangıç patlamasından günümüze ulaşan bir fon ışıması olduğu konusunda görüş birliği oluşmuştur. Penzias ve Wilson’a bu değerli keşiflerinden dolayı 1978 yılı Nobel Fizik Ödülü verilmiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-13

1992’de Büyük Patlama’ya dair yeni bulgulara ulaşılmıştır. Lawrence Berkeley Laboratuvarları ve California Üniversitesi’nin ortak yürüttüğü bir projede, Amerikalı kozmolog George Fitzgerald Smoot (1945 – ) başkanlığında bir grup bilim adamı, COBE (Cosmic Background Explorer) uydusu yardımıyla evrenden gelen fon ışımasındaki dalgalanmaların büyük patlamadan arta kalan ışımalar olduğunu keşfetmiştir. Bu başarı Smoot’a 2006 yılı Nobel Fizik Ödülü’nü getirmiştir.

1994 yılında ise karadeliklerin varlığı ile ilgili ilk kanıtlar bulundu. Hubble Uzay Teleskopu yardımıyla ulaşılan verilere göre 53 milyon ışık yılı ötede bir karadelik gözlendi. Karadeliklerin varlığı ilk defa Albert Einstein ve Karl Schwarzschild tarafından teorik olarak öngörülmüştü ve M87 olarak isimlendirilen bu karadelik bu iki bilim adamının öngörülerinin kanıtı niteliğindeydi.

Bundan bir yıl sonra 1995 yılında gezegen sistemine sahip Güneş benzeri yıldızlar keşfedildi. Esasında 1994 yılında da gezegen gözlemleri yapılmıştı. Lakin bunlar ölü yıldızların veya pulsarların etrafında dönüyorlardı. 1995 yılında bulunan sistem ise Güneş benzeri bir sistemdi ve Dünya’dan 42 ışık yılı uzaktaydı. 1990 yılında uzaya yerleştirilen Hubble Uzay Teleskopu 1996 yılında milyarlarca galaksi keşfi yapmıştır. Her galaksi 50 ile 100 milyar arası yıldız içermekteydi. Yeni bulunan galaksiler arasında spiral veya eliptik olmayan galaksiler de bulunmaktaydı.

Maddelerin nasıl kütle kazandıklarına dair ilk tasarım Francois Englert (1932- ) ve Robert Brout (1928 -2011) ile Peter Higgs (1929 – ) tarafından birbirlerinden bağımsız olarak 1964’te (50 yıl önce) yapılmıştır. Evrenin temel yapıtaşlarının nasıl bir araya gelerek kümelendiklerini, nasıl kütle kazandıklarını ve bizim bugün etrafımızda gördüğümüz her şeyin nasıl oluştuğunu açıklamaya yardımcı olacak teoriyi öne sürmüşlerdir.

50 yıl öncesinde ortaya konulan teori Higgs Bozonu ya da Tanrı Parçacığı adıyla bilinen bir atom altı parçacığının varlığını kabul etmekteydi. Bu parçacık CERN‘de binlerce bilim insanının çabalarıyla, 2012 yılı Temmuz ayında, CERN’de bulunan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) ile gözlemlenmiştir. Bu başarıları sayesinde 2013 yılı Nobel Fizik Ödülü Higgs ve Englert’e verilmiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-5

Bu konuda herkes Aristoteles gibi düşünmüyordu. Kireneli Eratosthenes de (MÖ 276-194) tıpkı Sisamlı Aristarchus (MÖ 310–230) gibi Dünya’nın hem Güneş hem de kendi etrafında döndüğünü düşünmekteydi. Bu çalışmalarda hem Eratosthenes hem de Aristarchus merkeze Güneş’i koyarak (Günmerkezli evren – Heliocentric evren) gözlem ve hesap yapmıştır.

Mısır doğumlu bir Romalı olan Ptolemy (MÖ 168-MÖ 90) veya daha bilinen ismiyle Batlamyus hem ilk astronomi kataloğu yapmış hem de optik konusunda çok önemli eserler vermiş bir bilim insanıdır. O güne kadar bilinen keşfedilmiş 48 adet gök cismi mevcut verileri kullanarak Almagest adını verdiği kataloğu yapmıştır. Yer merkezli evren modeline inanan Ptolemy’nin yazdığı Almagest şu an halen var olan ve eski dönemde yazılmış tek astronomi kitabıdır.

Batıda Alkindus adıyla bilinen Basralı El Kindi (801-873), tıpkı Eudoxus, Aristoteles ve Batlamyus gibi yer merkezli “Güneş Sistemi” teorisini desteklemiştir. Müslüman bir bilim adamı olan Alkindus kendi modelinde yer alan gök cisimlerinin dönüş hareketini “Tüm varlıklar bir yörünge içerisinde döner, dönüşü ise Allah’a itaati ve ona boyun eğmesinin işaretidir.” biçiminde açıklamıştır. Maddeyi oluşturan öğeler konusunda da Aristoteles’ten etkilenen Alkindus, toprak, ateş, su ve havanın maddi dünyada her şeyi oluşturduğunu da söylemiş, “Güneş Tutulması”“Yıldızların Işınları” gibi konularda da çalışmalar yapmıştır.

Kimi tarihçilere göre Türk kimilerine göre Fars olarak kabul edilen Şamlı Alpharabius (872-950) veya El Farabi, İkinci Üstat (Birinci Üstat Aristoteles’tir) olarak bilinmektedir. Düşünme sisteminin merkezine metafiziksel determinizmi koyan Alpharabius, tıpkı Aristoteles ve Batlamyus gibi evrenin yer merkezli bir şekilde yaratıldığını ve bu yaratılışın ise Tanrı’nın akli faaliyetinin ve düşüncesinin bir ürünü olduğunu söylemiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-11

1916 yılında kozmolojik açıdan bir başka gelişme  daha olmuş, karadeliklerin varlığına dair ilk varsayım ortaya atılmıştır. Ünlü Alman gökbilimci Karl Schwarzschild (1873-1916) yeterli kütleye sahip cisimlerden kaçış hızının ışık hızına yaklaşabileceğini, bu nedenle doğrudan gözlemlenemeyeceğini kanıtlamak amacıyla, genel denklemler yardımıyla karadelik düşüncesinin temellerini atmıştır. Çekim gücünden ışık dahil hiçbir şeyin kaçamayacağı cisimlere karadelik adının verilmesi için ise 50 yıldan fazla süre gerekecekti.

Belçikalı bilim adamı ve rahip olan George Lemaitre (1894-1966), 1927 yılında hazırladığı Genel Görelilik kuramını kullandığı doktora tezinde evrenin genişlediğini söylemiştir. 1929 yılında ise aslında bir hukukçu olan ve sonradan astronom olan Amerikalı Edwin Hubble (1889-1953) galaksilerin birbirinden uzaklaştığını gözlemlemiştir. Lemaitre’nin söyledikleri ve Hubble’ın gözlem sonuçları birleştirildiğinde Büyük Patlama Kuramı’nın temelleri atılmakta idi. Bu iki sonuç bizi Büyük Patlama’ya götürmekteydi.

Astrofizikçi Subrahmanyan Chandrasekhar (1910-1995) 1931 yılında kararlı bir Beyaz Cücenin maksimum kütleye ulaştığını tespit etti. Bu teoriye göre, Güneş’ten daha büyük bir kütleye sahip olan Beyaz Cüce ya yıkılarak nötron yıldızına ya da bir karadeliğe dönüşür. O zamanlarda, Chandrasekhar’ın beyaz cüce limiti teorisi, karadeliklerin var olmasının imkansız olduğu düşünüldüğü için, kabul görmedi. Hatta Chandrasekhar’ın eski bir meslektaşı olan Arthur Eddington onun bu düşüncesiyle dalga geçmiştir. En sonunda karadeliklerin varlığı kabul edildiğinde, Chandrasekhar 1983 yılı Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmıştır ve beyaz cüce limiti artık Chandrasekhar limiti olarak bilinmektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-4

Fizik de dahil olmak üzere pek çok konuda çalışma yapmış olan Aristoteles (M.Ö 384-322), Democritus’un bölünemezlik fikrine karşı çıkmış ve sonsuz bölünme düşüncesini ortaya atmıştır. Aristoteles, Fiziksel fenomenlerin gözlemlenmesi sonucunda onları yöneten Fizik kanunlarına ulaşılabileceğine inanıyordu. Empedocles’in önerdiği dört elemente ek olarak “ether” elementini de ekleyen Aristoteles, bu elementin tanrısal bir madde olduğunu ve gök cisimlerinin (göksel küreler: yıldızlar ve gezegenler) yapı maddesini oluşturduğunu düşünmüştür.

Aristoteles’e göre tüm elementler kendi doğal yerlerinden hareket ettiklerinde tekrar o yere doğru hareket eder. Bu doğal bir harekettir ve dışsal bir etki gerektirmez. Bu nedenle yersel maddeler suyun içinde batarken hava kabarcıkları yükselir, hava içinde ise yağmur düşer ateş yükselir. Yıldız ve gezegenlerdeki tanrısal beşinci madde ise mükemmel çember üzerinde hareket eder. Aristoteles, bu hareketleri potansiyelin (maddeye ait içsel bir öge) varlığına bağlamaktaydı.

Aristoteles’in düşünceleri yalnızca bununla kısıtlı değildi. Tıpkı Eudoxus (MÖ. 408–355) ve Anaximandros gibi kendisi de yer merkezli evren modelini (günümüz Güneş Sistemi; o dönemde yalnızca yakın uzay gözlemlenebildiği için tüm evrenin de bu kadar olduğu kabul ediliyordu) savunuyordu. Aristoteles döneminde 5 tane gezegenin varlığı (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) biliniyordu. Listeye Ay ve Güneş’i de eklediğimizde bu sayı yedi oluyordu. Dolayısıyla evrenin yedi katmandan oluştuğunu söylemekteydi. 7 Katlı Gök modeline göre; az önce saydığımız yedi gök cismi ortalarına Dünya’yı alarak çembersel yörüngede dönmektedir ve son gök cismi olan Satürn’ün dışındaki kürede ise uzak yıldızlar bulunmaktadır. Bu durumda toplamda 7 adet katman oluşmakta idi. Yani bu çembersel yörüngelerin aralarındaki katmanlar sayıldığında 7 tane katman olduğu bulunabilir. Bilindiği gibi tüm Semavi dinlerde, kudretli Aristoteles’in önerdiği gibi, göğün 7 aralığa bölündüğü yani göğün 7 kat olduğu kabul edilmektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-3

Thales ve Anaximandros’un aksine Efes’li Heraklitos (MÖ 550-480) hiçbir şeyin aynı durumda kalmayacağını yani değişim ilkesini önermiştir. Bazı kaynaklarda “Kimse aynı ırmağa iki kez giremez” sözü Heraklitos’a mal edilmektedir. İşte Heraklitos’a ait bu gözlem kendisini zaman ile ilgilenen kendi çağının ilk bilginlerinden biri yapmıştır. Yine Thales ve Anaximandros’un aksine Heraklitos tüm evrenin aslında ateşten var olduğunu ve ona döneceğini diğer bir deyişle her şeyin göreli olduğunu önermiştir. Bunun yanında evren zıt unsurlardan meydana gelmiştir. Bu zıt unsurlar varoluşun zorunlu ve tek şartı olduğu gibi sürekli bir savaş halindedir. Bu savaş zıt unsurlar arasında güzel bir harmoni de oluşturmaktadır.

Doğa düşünürlerinden biri olan Empedocles (MÖ 490-430) kendinden önceki doğa düşünürlerinin temel element olarak belirlediği; su, ateş ve havaya toprak öğesini de eklemiştir. Empedocles’e göre bu dört element başlangıçtan beri vardır, değişime ve yok olmaya uğramaz ve evrendeki miktarları da değişmeden hep aynı kalır. Evreni oluşturan her şey de bu dört elementin belirli oranlarda birleşmesinden oluşur. Sırasıyla açıklamak gerekirse bu dört element aşağıdaki gibi açıklanabilir:

-Su; soğuk ve ıslaktır. Modern düşüncedeki sıvıya karşılık gelmektedir.

-Hava; sıcak ve ıslaktır. Modern düşüncedeki gaza karşılık gelmektedir.

-Ateş; sıcak ve kurudur. Modern düşüncedeki ısıya karşılık gelmektedir

-Son olarak toprak ise; soğuk ve kurudur. Modern düşüncedeki katı maddeye karşılık gelmektedir.

Milet’li Leucippus (MÖ 5.yy) atomik teorinin gelişmesinde önemli bir yer tutan Yunan filozoflardan biridir. Ona göre herşey bozulmayan ve bölünmeyen, atom olarak isimlendirilen elemanlardan oluşmaktadır. Bu fikir sonrasında Leucippus’un başarılı öğrencilerinden olan ve Modern Bilimin Babası olarak isimlendirilen Abdera’lı Democritus (MÖ 460-370) tarafından çalışılmış ve geliştirilmiştir. Socrates öncesi dönemin etkili filozoflarından biri olan Democritus, Leucippus ile beraber atomik teoriyi sistematize etmiş ve kozmos (evren) için atomik teoriyi formülize etmiştir. Democritus ve Leucippus’un teorisine göre herşey atomlardan oluşmakta, atomlar geometrik olarak olmasa da fiziksel olarak bölünememekte ve boşlukta yer almaktadır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-2

Evrene Ait İlk Modeller

[Yer Merkezli (Geocentric), Güneş Merkezli (Heliocentric), Yarı Yer Merkezli (Tychonic)]

İlk varolmaya başladığı andan beri insanoğlu geceye, gündüze, Güneş’e, Ay’a veya gökyüzünde görünen cisimlere karşı ya meraktan ya da korkudan ilgi duymuştur. Onlara ait tasarımlar ve modeller yapmıştır. Bu nedeni ya tapınma ya korkma ya da merak olmuştur. İnsanoğlunun evren tasarımı görebildiği veya kendi çapında gözleyebildiği kadar olmuştur. Bunun için kah Dünya’yı evrenin merkezine koyarak modeller üretmiş kah Güneş’i koyarak başka modeller üretmiş, bazen de diğer tüm gök cisimlerini Güneş’in etrafında döndürürken O’nu da Dünya’nın etrafında döndürtmüştür .

Sistematik bilimin babası olarak da anılan Miletli Thales’in (MÖ 624-545) öğrencisi Miletli Anaksimandros (610-546), Thales’in “temel madde/ilk neden” fikrine karşı çıkmış ve suyun hiç yok olmadığı tersine sonsuz olduğunu düşündüğü yeni bir madde önermiştir. Bu maddeyi “apeiron” olarak isimlendirmiştir. Bunun yanında evrenin rasyonel düşünmeye ve gözleme dayalı meydana geliş öyküsünü ilk kez ortaya atan ilk bilim adamı olan Anaksimandros’un Dünyanın şu ya da bu biçimde göklerde bir yerlerde asılı olduğu biçimindeki eski kanıyı reddetmiştir. Anaksimandros’a Dünya merkezde yer almakta sonrasında ise sırasıyla yıldızlar, Ay ve Güneş çembersel yörüngelerde Dünya’nın etrafında dönmekteydi. Anaksimandros’un Evren hakkındaki bu çalışmaları O’nun “Evrenin Babası” olarak adlandırılmasını sağlamıştır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-1

Evreni tanımlamamız gerekirse, onun çevremizde varolan ve fiziksel yapıdaki her şey olduğunu söyleyebiliriz. Çevremizde gördüğümüz aslında evrenin küçük bir bölümünü oluşturan maddeyle birlikte gizemli madde ve enerji evreni oluşturur,

Önceleri insanlar evrenin yalnızca üzerinde yaşadıkları Dünya ve yakın çevresindeki gezegenlerle yıldızlardan oluştuğunu düşünüyorlardı. O zamanlar Dünya’nın evrenin merkezinde olduğu varsayılıyordu.

Evrenin ne kadar büyük, gezegenimizinse onun sonsuz büyüklüğüm içinde ne kadar küçük olduğunu kavrayalı yarım yüzyıldan biraz fazla oldu. Günümüzde, içinde yaşadığımız evreni önemli ölçüde anlayabildiğimizi düşünüyoruz. Elbette yanıtlanmamış birçok soru var. Ancak, evrenin bundan yüzyıl önce hayal edilen evrenden çok daha farklı olduğunu biliyoruz.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Elektromanyetik Radyasyonun Etkileri Üzerine

Elektromanyetik spektrum hakkında bilgi verildikten sonra (http://www.huseyincavus.com.tr/web/elektromanyetik-spektrum/) hem elektromanyetik dalganın enerjisi (http://www.huseyincavus.com.tr/web/elektromanyetik-dalgalarin-enerjisi-ve-foton/) hem de elektromanyetik alanın/radyasyonun madde üzerindeki etkileri fiziksel bir bakış açısıyla bu sitede işlenmişti. Linkleri sırasıyla aşağıdaki gibidir.

Elbette yaşadığımız çağın gereği tüm canlı ve cansız varlıklar radyasyona maruz kalmaktadırlar. Gece uyurken açık bırakılan gece lambası, yaz akşamlarında kullanılan sivrisinek kovucular, yemeklerimizi hemencecik ısıttığımız mikrodalga fırınlar, saçımızı kısa sürede kurutan kurutma makineleri, laptop ve cep telefonlarımızı internete bağlayan kablosuz ağ sistemleri, laptop ve cep telefonlarının direk kendileri, eski ve yeni tip TV’ler yani velhasıl tüm elektrikli cihazlar… tümü radyasyon kaynağıdır. Bu nedenle illaki radyasyona maruz kalınmaktadır. Acaba bunlar zararlı mı? Cevap evet ise ne kadar zararlıdırlar?

Yukarıda linkleri verilen başlıklarda anlatıldığı gibi elektriksel yük ve bu yükün hareketinin olduğu tüm durumlarda elektrik ve manyetik alan (elektromanyetik alan) oluşması kaçınılmazdır. Acaba bun alanın olumsuz yanları var mıdır? Varsa nelerdir? Bu konuda yukarıda kısaca sıraladığımız cihaz ve ekipmanları üreten firmalar zararsız olduklarını öne sürerken olumsuz yönleri olduğunu iddia eden çalışmalar da ileri azımsanmayacak kadar çoktur.

Hatta, Ben bile bu yazıyı yazarken etkilenmiş olabilirim. Işığı bol olsun rahmetli Kemal Sunal gibi olacak ama çok etkilenmemiş de olabilirim. Bu konuda iç karartıcı, ürkütücü , endişe verici olmak istemem.

Radyasyonda sınıflama genel anlamda görünür bölge (kırmızı ve mor ışık arası) üzerinden yapılmaktadır. Yukarıda linki verilen elektromanyetik spektrumun düşük enerjili kısmı veya görünür bölgenin kırmızı renginin ötesinde yani kızıl öte bölgesinde (infrared) yer alan radyasyon iyonlaştırıcı olmayan radyasyon olarak adlandırılırken; mor rengin ötesi ise morötesi (ultraviyole) bölgesi olarak adlandırılmakta iyonlaştırıcı etkiye sahip radyasyon olarak karşımıza çıkmaktadır.

İyonlaştırıcı olmayan radyasyon kaynaklarına bazı örnekler vermek gerekirse bunları günlük hayattan bulmak olasıdır. Bunlar; baz -cep telefon-TV-radyo-telsiz cihazları ve antenleri, iletim hatları, indüksiyonlu ocaklar, mikrodalga fırın, radar sistemleri, traş makinesi, saç kurutma makinesi sayılabilir. Günlük yaşamımızda iyonlaştırıcı olmayan radyasyon kaynaklarının kanser, baş ağrısı, uykusuzluk gibi sonuçlara yol açtığı kesin olarak gösterilememiştir. Lakin bazı çalışmalarda bu tip radyasyona uzun süre maruz kalmanın beynin elektriksel aktivitelerinde ve algılama-dikkat noktasında kısa süreli değişimlere neden olduğu üzerine yoğun bir şekilde ifade edilmektedir.

Elektromanyetik spektrumun güçlü bölgesine yer alan radyasyonun oluşturan kaynaklar, türüne göre sırasıyla aşağıdaki gibidir.

Kozmik ışınlar dış uzaydan gelen radyasyonlardır ve spektrumda en kısa dalga boyuna yani en yüksek frekansa (enerjiye) sahip ışınlardır.Gama ışınları, atom çekirdeğinde radyoaktivite yoluyla oluşmaktadır Gamma ışınları; bir atom çekirdeğinin çapından daha da küçük dalga boylu dalgalar içermektedirler.X-ışınları; özel lambalar, X ışın tüpleri ve metal bir hedefe çarpan hızlı elektronlar gibi mekanizmalar sayesinde oluşturulabilirler. X ışınları (Röntgen ışınları) yumuşak maddelerin içine nüfuz edebilme kabiliyetine sahiptirler. Morötesi (UV) ışınları, tıpkı X ışınlarında olduğu gibi özel lambalarda, gaz deşarjlarında ve de yıldızların içlerinde üretilmektedirler.

Bu tür ışınlara ise iyonlaştırıcı radyasyon da dendiğini söylemiştik. Yüksek enerjili olan bu dalgalar DNA ve biyolojik dokuda hasara yol açabilen ve tabii ki moleküler bazda çok büyük değişikliklere yol açabilen yüksek enerjili radyasyona sahiptirler. Ve hatta iyonlaştırıcı radyasyonun hücrelerin DNA’sını etkileyerek mutasyona ve devamında ise kansere yol açtığı kesin olarak bilinmektedir.

İyonlaştırıcı radyasyonun bu şekilde yıkıcı ve sıkıntı verici etkileri olabilmekte iken günlük hayatta daha sık karşımıza çıkan iyonlaştırıcı olmayan radyasyondan sakınmak için yapılabilecek ufak önlemler nelerdir derseniz; bunlar şu şekilde sıralanabilir. Yukarıda sıraladığımız ve günlük hayatta çokça kullandığımız teknolojik cihazların kullanımını elimizden geldiğinde azaltmalıyız. Yüksek gerilim hatlarının, mümkünse, 500 m yakınında ev-arsa almamalıyız. Bilgisayar ve TV ekranlarından makul uzaklıkta (40-50 cm ve daha fazlası) uzak durmalıyız. Elektromanyetik alanın duvarlardan geçebileceğini hesaba katmalıyız ve yaşam alanlarımızı buna göre düzenlemeliyiz. Çalışma mantığı X ışın ve katot ışın tüplerine benzer olan fakat daha az radyasyona sahip olan eski tip tüplü TV’leri kullanmaktan kaçınmalıyız. Mesela yatak odamızda TV bulundurmamalıyız. Cep telefonlarına sarılarak/yastığın altına koyarak uyumamalıyız. Kullanılmıyorsa ve kullanılmaları gerekmiyorsa eğer elektrikli aletlerin fişlerini çekmeliyiz. Radyasyonu yüksek flöresan veya halojen ampul yerine radyasyonu düşük olduğundan emin olduğumuz ampul kullanmalıyız. Cep telefonları ilk arama ve ilk açma esnasında anlık olarak yüksek radyasyon yayabilmektedirler, bu nedenle, hemen kulağımıza götürmek yerine bir iki saniye sonra kulağımıza götürmeli ve yanağımıza-kulağımıza çok yapıştırmamalıyız.

Son olarak elektromanyetik dalgaların gözle görülmemesi bizi yanıltmamalı ve uzun vadede olası olumsuz etkilerin çok paranoya içine girmeden yavaş bazı sonuçlara yol açabileceğini dikkate almalıyız. Bu konuda yapılan çalışmalar elektromanyetik dalgalara bağlı olası etkileri yönünden kesin ve tutarlı kanıtlar gösterememekle birlikte insanların zihninde kuşku-merak uyandırmaya ve zihinleri bulandırmaya devam etmektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Entropi ve Fiziksel Süreçlerin Yönü

Termodinamiğin ikinci yasasında tanımını bulan entropi, bir fiziksel bir sürecin yönünü belirleyen fiziksel kavramdır. Fiziksel süreçler entropileri artacak şekilde ilerler.

Termodinamik sistemlerde entropi tanımlanırken mekanik işe çevrilemeyen termal enerji olarak tanımlanır.  Bazen de bir sistemdeki düzensizlik olarak tanımlanabilmektedir.

Günlük yaşamda sadece termodinamikte değil felsefe, istatistik ve teoloji gibi bir çok alanda karşımıza çıkan bir kavramdır.

Bilim insanları düzensizlik ve gelişigüzelliği (randomluk) entropi ile tanımlamaktadır. Sistemlerde düzensizlik arttıkça, entropi de ona paralel olarak artar biçiminde yorum yapmak yanlış olmayacaktır. Bu esnada enerji de azalmaktadır. Lakin az önce söylediğimiz gibi mekanik işe çevrilemeyen enerji yani entropi artmaktadır (minimum enerji – maksimum düzensizlik).

Entropinin sürekli artma ilkesinden ötürü fiziksel süreçlerin tersinmez (irreversible) olarak gelişeceği yorumunu yapmak yanlış olmaz. Tersinir (reversible) bir şekilde gelişen sistemlerde entropide bir değişim olmaz (ne artar ne de azalır). Fiziksel süreçlerin tersinir bir biçimde gelişmesi fiziksel olarak olanaksızdır. Çünkü termodinamiğin ikinci yasası termal süreçte yapılan bir işi ve verilen iç enerjiyi geri döndürmenin imkansız olduğunu göstererek sonsuz bir döngünün mümkün olamayacağını söylemektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Nükleer Enerji, Nükleer Santral ve Ülkemiz

Nükleer enerji, isminden kolayca anlaşılacağı gibi çekirdekten yani atomun çekirdeğinden elde edilen enerji türüne verilen isimdir. Nükleer enerjiyi uğraşarak ortaya çıkarmak ve diğer enerji tiplerine dönüştürmek için nükleer reaktörler kullanılır.Çekirdekten elde bu enerji aşağıda verilen üç reaksiyondan biri yolu ile oluşur:

Füzyon: Atomik parçacıkların birleşme reaksiyonu.

Fisyon: Atom çekirdeğinin zorlanmış olarak parçalanması.

Yarılanma: Çekirdeğin parçalanarak daha kararlı hale geçmesi. Doğal (yavaş) fisyon (çekirdek parçalanması) olarak da tanımlanabilir.

Fisyon reaksiyonları ağır radyoaktif maddelerin, dışarıdan nötron bombardımanına tutularak daha küçük çekirdekli atomlara bölünmesi olarak anlatılabilir. Füzyon ise hafif radyoaktif çekirdeklerin birleşerek daha ağır çekirdekleri oluşturduğu nükleer tepkimelere ise füzyon tepkimesi denir. Genel anlamda füzyon tepkimelerinde fisyon tepkimelerine oranla daha yüksek seviyelerde enerji elde edilebilir. Güneş’in çekirdeğindeki tepkimeler füzyona örnek gösterilirken atom bombası teknolojisi gibi faaliyetler ise fisyona örnek olarak gösterilebilir.

Tarihsel olarak nükleer enerji (daha doğrusu nükleer tepkimeler) ilk defa 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından şans eseri, uranyum maddesinin fotoğraf plakalarına etkisini gözlemlediği zaman keşfedilmiştir. Bu çalışması ile Becquerel Marie Curie ve Pierre Curie ile beraber 1903 Nobel Fizik Ödülünün paydaşı olmuştur.

Az önce söylediğimiz gibi nükleer enerji nükleer santrallerde elde edilir. Nükleer santral kurmak için zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç vardır. Bunun nedeni uranyumun fisyon tepkimesine girerek parçalandığında çok yüksek miktarda enerji açığa çıkar. Bölünme sürecinin olması için nötronlar yüksek bir hızla uranyum elementinin çekirdeğine çarpması gerekmektedir. Oluşan çarpışma sonucundan uranyum çekirdeğin kararsız hale geçer. Kararsız olan çekirdek fisyona (bölünme) uğrar ve bunun sonucunda büyük bir enerji açığa çıkar olur. İlk tepkimenin ardından etrafa bölünme sonucu birçok nötron açığa çıkar. Açığa çıkan bu nötronlar tıpkı ilk bombardımanda olduğu gibi diğer uranyumlara çarpar ve tepkime zincir halinde devam eder. Sonuç olarak çok yüksek miktarda enerji açığa çıkmış olur. Açığa çıkan enerjinin kontrol edilmesi için bu nötronların kontrol edilmesi ve kontrollü bir biçimde tepkimeye girmesi gerekir. Bu tür tepkimelere kontrollü fisyon tepkimesi denir. Açığa çıkan enerji kontrol edilmemesi halinde ortaya çıkacak sorunlar hayati ve ölümcüldür.

Nükleer enerjinin üretildiği yerlere nükleer santral denir. Nükleer santral bir veya daha fazla sayıda nükleer reaktörün bulunduğu ve yakıt olarak da radyoaktif maddelerin kullanıldığı bu yolla elektrik enerjisinin üretildiği tesistir. Yakıt olarak radyoaktif maddelerin kullanılmasından ötürü diğer tür elektrik üretim santrallerine göre daha sıkı güvenlik önlemlerini ve buna bağlı teknolojileri içerisinde barındırır. Aslında doğru kurulmuş be güvenlik önlemleri doğru alınmış nükleer santraller patlamadığı sürece termik santrallerin neden olacağı ölümleri ve zararlı etkileri azaltmaktadır. Nükleer santraller termik santrallerin neden olacağı çevresel zararları önlemektedir.

Santrallerde tepkime sonucu oluşmuş ışı enerjisi öncelikle suya aktarılır. Isıyı almış olan su hal değiştirir ve kızgın buhar haline dönüşür. Elde edilmiş olan buhar elektrik jeneratörüne bağlı olan buhar türbinine verilir. Su buharı, türbin mili üzerinde bulunan türbin kanatları üzerinden geçerken daha önceden almış olduğu ısıl hareket enerjisini kullanarak, türbin milini döndürür. Bu mekanik dönme hareketi sonucunda alternatörlerde elektrik elde edilir. Jeneratörde oluşan elektrik ise iletim hatları denilen iletken teller ile kullanılacağı yere gönderilir. Türbinden çıkan, ısıl enerjisi yani sahip olduğu basınç ve sıcaklığı düşmüş olan buhar, tekrar kullanılmak üzere kondenserde soğutularak yoğuşturulup sıvı su haline dönüştürüldükten sonra, tekrar aynı süreçler tekrarlanır. Yoğuşmanın sağlanabilmesi için çevrede bulunan deniz, göl gibi su kaynaklarını soğutucu görevi görmesi için kullanılır.

Sayısal veri vermek gerekirse nükleer enerji döngüsünde kullanılan 1 kilogram uranyumdan elde edilen enerji için, 3.000.000 kilogram (3 000 ton) kömür gerekmektedir.İşte nu nedenle nükleer enerjinin kullanılması ve yeryüzündeki enerji ihtiyacının büyük bir kısmının karşılanması düşünülmektedir.

2010 yılında Uluslararası Enerji Ajansının açıkladığı verilere göre dünya elektrik üretiminin % 13,5’i nükleer enerjiden karşılanmaktadır. Yine 2010 verilerine göre bu oran:

Fransa’da %74,1

Slovakya’da %51,8

Belçika’da %51,7

Ukrayna’da %48,1

Macaristan’da %42

İsveç’te %38,1

Slovenya’da %37,3

Ermenistan’da %37

Japonya’da %29,2

Amerika’da ise % 19,6

Aynı verilere göre Dünya’da aktif olarak çalışan 439 tane nükleer santral vardır. Bunların 104 tanesi Amerika’da, 58 tanesi Fransa’da, 51 tanesi Japonya’dadır. Ayrıca komşumuz veya coğrafi olarak yakınımızda yer alan ülkelere değinmek gerekirse reaktörlerin dağılımları aşağıdaki gibidir;

32 tanesi Bağımsız Devletler Topluluğu (veya Rusya Federasyonunda)

15 tanesi Ukrayna’da

2 tanesi Bulgaristan’da

2 tanesi Romanya’da

1 tanesi Ermenistan’da

1 tanesi de İran’da

Dikkat edilirse ülkemizin etrafında bulunan ülkelerin pek çoğunda nükleer santral bulunmaktadır.

İyi inşa edilmiş bir nükleer santral, elektrik üretiminde çok önemli avantajlara sahiptir. Taş kömürü kullanan elektrik santralleri ile karşılaştırdığımızda çok daha temizdir ve atmosfere daha az sera gazı bırakır. Taş kömüründen atmosfere çıkan tonlarca karbon, sülfür ve diğer elementler iyi çalışan bir nükleer santrale oranla çok daha fazla miktarda kirletici etki oluşturmaktadır. Bu bakımdan nükleer enerji temiz olarak nitelendirilebilir. Nükleer enerjinin iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında da önemli rolü vardır. Nükleer santraller sera gazı salımında yıllık yaklaşık %17 azalmaya sebep olmaktadır.

Bir nükleer santral kurulumunda aşağıda yazan noktalara dikkat edilmelidir:

Güvenlik önlemleri

Deprem riski

Üretilen enerjinin taşıma ve İletim koşulları

Soğutucu gereksinimi

Meteorolojik koşullar

TPAO verilerine göre, Dünya’da ve ülkemizdeki enerji kullanımında ve elektrik enerjisi üretiminde çok fazla kullanılan petrol ve doğalgaz rezervlerinin, mevcut hızıyla kullanıldıkları takdirde, 2050–2070 yılları arasında tükenmesi beklenmektedir. Bu durum elbette ki değişik alternatifleri ortaya çıkarma zorunluluğunu gündeme getirmektedir.

Şu an Türkiye’de kurulu bir nükleer santral yoktur, fakat kurulması enerjide dışa bağımlılığımızı bir miktar azaltmaya yardımcı olacaktır. Ülkemiz büyük oranda nükleer enerji ve belli bir oranda da  yenilenebilir enerjiyi kullanarak elektrik üretiminde uzun vadede doğalgazın payını düşürme hedefini benimsemiştir.

Nükleer enerjiye sahip olmak yalnızca enerjide çeşitlilik olması ve dışa bağımlılığının azalması açısından değil; tıp ve ziraat gibi birçok alanda kullanılmakta olan nükleer teknolojide gelişme kaydedilmesine de katkı sağlaması açısından önemlidir.
Şu an ülkemizde bulunan uranyum rezervlerine ait veriler 1990’lı yıllara ait verilerdir. Bu verilerin acilen güncellenmesi ve yeni verilerin açığa çıkması gerekmektedir.  Bu verilere ülkemizde 9000 ton civarında Uranyum bulunmaktadır. Ülkemizde bulunan mevcut uranyum rezervleri, açılması düşünülen nükleer santrallerin yalnızca 10 yıllık ihtiyacını karşılayabilecektir.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu verilerine göre Dünya toryum rezervinin yüzde 11′i Türkiye’de bulunmaktadır. Bu alanda Türkiye, Dünya’da 4′üncü sırada bulunuyor. Millilik ve yerlilik açısından bakıldığında nükleer reaktörlerde şu anda kullanım imkanı olmayan toryuma uygun santral tasarımlarının yapılması ve teşvik edilmesi iyi olacaktır.

Nükleer enerjiye sahip olmak yalnızca çeşitlilik sağlaması açısından değil, tıp ve ziraat gibi birçok alanda kullanılmakta olan nükleer teknolojide gelişme kaydedilmesine katkı sağlanılması açısından da önemlidir.

Ülkemiz enerjide dışa bağımlılığını azaltmayı ancak yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam enerji tüketimi içindeki payını yükselterek yapabilir. Ülkemiz Elektrik Piyasası ve Arz Güvenliği-2023 belgesine göre, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılına kadar elektriksel kurulu gücünün % 5’inin nükleer güç olmasını planlamaktadır. Bu nedenle, ülkemizde de nükleer santral kurulma çalışmaları başlatılmış ve 2 adet nükleer santral için yer belirlenmiştir. Bunlardan ilki,  Mersin Gülnar ilçesinde bulunan Akkuyu Nükleer güç santralidir. Tamamlanması halinde Türkiye’nin ilk nükleer enerji santrali olacaktır. Akkuyu santralinde 1200 MWe’lık dört üniteden oluşacak ve 4800 MWe’lık Kurulu gücü ile tek başına Türkiye’nin elektrik üretiminin yaklaşık %5-6’sını karşılayabilecektir.

İkincisi ise, Sinop Nükleer Enerji Santralidir. Japonya ile imzalanan devletlerarası anlaşma sonucunda santralin yapımı kararlaştırılmış ve 2017 yılında inşasına başlanacaktır. Santralin 1100 MWe’lik 4 reaktör ünitesiyle 4.400 MWe toplam kurulu güce sahip olması tasarlanmaktadır. Ayrıca üçüncü Nükleer santral için de Japon uzmanlar yer tespit çalışması yapmaktadırlar.

Son söz olarak: Dikkat edilirse nükleer enerjiyi en fazla kullanan ülkeler dünyanın en gelişmiş ülkeleriyken, daha sonrasında da bizim gibi gelişmekte olan ülkeler gelmektedir. Bu gelişmemişlik (elektrik kesintisi, güvenlik önlemlerinin tam alınmaması nedeniyle madenlerde meydana gelem kazalar) insanları/halkı biraz ürkütebilmektedir. Fakat GÜVENLİK ÖNLEMLERİ, DEPREM RİSKİ, ÜRETİLEN ENERJİNİN TAŞIMA KOŞULLARI, SOĞUTUCU GEREKSİNİMİ, METEOROLOJİK KOŞULLAR doğru ve düzgün bir şekilde gözetilmiş olan bir nükleer santral elektrik üretiminde çok önemli ekonomik, ömür olarak, kolaylık ve çevresel avantajlara sahiptir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Ultraviyole (UV-Moröte) Radyasyonun Madde Üzerindeki Etkileri

Ultraviyole (UV-Moröte) Radyasyonun Madde Üzerindeki Etkileri

Elektromanyetik spektrumun yüksek enerjili kısmında yer alan ultraviyole (UV-moröte) bölge fotonları temas ettiği yüzey tarafından hızla emilir ve yüzeydeki molekülerin elektronlarının iyonlaşmasına (iyonlaşma: atom ve moleküldeki herhangi bir elektronun dış etkenler yardımıyla o atom ve molekülü terk etmesi, serbest hale gelmesi) neden olur. Bu tür iyonlaşmaya fotoiyonlaşma denir.

Enerjinin artması sonucu ultraviyole ışın daha da derinlere doğru nüfuz ederek artan enerji nedeniyle iyonlaşma süreci daha da derinlerde meydana gelir. Örnek olarak yaz mevsiminde ciltte oluşan Güneş yanıkları buna bir örnektir. Çünkü Güneş’ten gelen ışıkların içindeki ultraviyole kısım özellikle güneş ışınları dik geldiğinde ciltte yukarıda anlattığım fotoiyonlaşmayı yani ciltteki yanıkları oluşturur. Ayrıca kaynak yapma işi esnasında kaynak ustalarının gözlerinde meydana gelen kızarma da bu duruma iyi bir örnektir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

X-ışını ve Gamma Radyasyonunun Madde Üzerindeki Etkileri

X-ışını ve Gamma Radyasyonunun Madde Üzerindeki Etkileri

Elektromanyetik spektrumun yüksek enerjili kısmında yer alan X-ışınlarının madde üzerindeki etkisi ise tıpkı UV’de olduğu gibi yine iyonlaşmaya (iyonlaşma: atom ve moleküldeki herhangi bir elektronun dış etkenler yardımıyla o atom ve molekülü terk etmesi, serbest hale gelmesi) neden olmasının yanısıra daha da derinlere nüfuz edebilmektedir. Hatta daha iyonlaşmış olan serbest haldeki elektronlara tıpkı Compton Saçılması deneyinde olduğu çarparak sapmasına ve yerdeğiştirmesine de neden olabilmektedir. Bazen de çok yüksek enerjili X-ışınları çift oluşumu (pair production yani elektron ve onun anti parçacığı olan pozitronun üretim süreci)  sürecine katılarak elektron ve onun anti parçacığı olan pozitronun üretimine de neden olabilmektedir. Çok yüksek enerjili X-ışını fotonları mutasyona da neden olabilmektedir. Gamma ışınları için de benzer hatta aynı şeyler söylenebilir. Yüksek enerjili gamma ışınları fotoiyonlaşma, Compton saçılması ve çift oluşum süreçlerine neden olur.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Mikrodalga (MW) Radyasyonunun Madde Üzerindeki Etkileri

Mikrodalga (MW) Radyasyonunun Madde Üzerindeki Etkileri

Elektromanyetik spektrumun kızılöte bölgesinde yer alan mikrodalgalar maddenin yüklü olmasına veya yükü asimetrik bir şekilde dağılmış olan (örneğin su Yani H2O molekülü) nötr atom ve molekül olmasına bağlı olarak dönme/burulma hareketi (molekül merkezi etrafında dönme) ve dolayısıyla ısınma yaratmaktadır. Bu burulmanın sebebi Lorentz kuvvetidir. Çünkü elektrik ve manyetik alan yüklü parçacıklara kuvvet uygular. Bu kuvvet UV ve X-ışınında oluşan iyonlaşmayı (iyonlaşma: atom ve moleküldeki herhangi bir elektronun dış etkenler yardımıyla o atom ve molekülü terk etmesi, serbest hale gelmesi) sağlayacak kadar yeterli değildir. Bu durum hem infrared hem de görünür bölge içinde geçerlidir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

İnfrared (IR-Kızılöte) Radyasyonun Madde Üzerindeki Etkileri

İnfrared (IR-Kızılöte) Radyasyonun Madde Üzerindeki Etkileri

Elektromanyetik spektrumun düşük enerjili kısmında yer alan enerjili kısmında yer alan infrared (kızılöte) fotonları mikrodalgaya kıyasla daha yüksek enerjili fotonlardır. Bu bölgeye ait fotonlar mikrodalgaya kıyasla biraz daha enerjili olduğundan dönme/burulma hareketinin yerine titreşim (molekül merkezinin maksimum-minimum arasında gidip gelme hareketi) hareketi yapar. Bu tür fotonlarda ışınma ısınmaya neden olabilir. İnfrared fotonları kan damarlarının görüntülenmesinde de kullanılabilmektedir. İnfrared bölge fotonları tıpkı mikrodalga ve görünür bölge gibi iyonlaşmaya (iyonlaşma: atom ve moleküldeki herhangi bir elektronun dış etkenler yardımıyla o atom ve molekülü terk etmesi, serbest hale gelmesi) neden olmaz.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Görünür Bölge (Visible) Radyasyonunun Madde Üzerindeki Etkileri

Görünür Bölge (Visible) Radyasyonunun Madde Üzerindeki Etkileri

Elektromanyetik spektrumda görünür bölge olarak bilinen visible bölge fotonları atom ve moleküldeki elektronların bir üst enerji seviyesine geçmesini sağlar. Bu bölge de tıpkı infrared ve mikrodalga da olduğu molekül içinde bir ısınmaya sebeb olurken iyonlaşmaya (madde içindeki atom ve moleküllerdeki  elektronların ısı ve ışık gibi dış etkenler yardımıyla atom ve moleküldeki yörüngesini terk edip serbest elektron haline gelmesi) neden olamaz. Çünkü enerjisi iyonlaşmayı sağlayacak kadar yüksek değildir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Kelebek Etkisi

Kelebek Etkisi

Kelebek etkisi, birçok disiplin için,  son günlerde oldukça fazla miktarda karşımıza çıkan bir kavramdır. Bu kavram açıklanmadan önce denge, kararlılık/ kararsızlık gibi kavramların tanımlarının ortaya konmasında fayda vardır.

Açıklanması gereken kavramlardan ilki denge…

Denge sistemin veya cismin halini muhafaza etmesi yahut istikrarını sürdürmesi biçiminde tanımlanır. Fizikte ise sistemin veya cismin herhangi bir kuvvet veya kuvvetin döndürme etkisi (tork) etkisi altında olmaması demektir.

İkinci ve üçüncü kavramlar ise kararlılık ve kararsızlık…

Kararlılık kısaca denge durumunda olan bir sisteme verilen küçük pertürbasyonlar sonucunda sistem eğer tekrar denge haline dönebiliyorsa o sistem kararlıdır denmektedir. Şayet dönemiyorsa dengenin kararsız olduğundan söz edilir.

Bu iki kavramın açıklamasını derin çukur biçiminde olan bir kabın içine yerleştirilmiş bilye örneği yardımıyla yapalım. Bu kabı önce normal biçimde bir masanın üzerine yerleştirelim. İçindek bilyeye i az önce bahsettiğimiz gibi küçük bir pertürbasyon verelim. Kap çukur biçiminde olduğundan uyguladığımız pertürbasyon sonunda bilye gide gele döne döne yine eski konumuna yani kasenin tabanında durduğu ilk denge konumuna gelecektir. Az önce verdiğimiz tanımda da söylediğimiz gibi bu cisim kabın tabanında iken kararlı dengedir denir. Şayet kap masanın üzerinde ters olarak konsa idi, kabın üstünde dengedeki bilyeye uygulanacak bir pertürbasyon sonucunda bilye bu denge konumuna tekrar gelemez. İşte bu tür dengelere ise kararsız denge denir.

Bu tanımlardan sonra kaos kavramı üzerinde konuşmaya başlayabiliriz. Üzerinde fazlaca yazılmış, çizilmiş ve konuşulmuş bir konu olan kaos hakkındaki düşüncelerimi yukarıdaki kavramlar üzerinden yapmak uygundur.

Denge durumundaki sisteme ( bu sistem ille de fiziksel bir sistem olmasına gerek yok sosyal olaylar ve olgular da olabilir elbette) küçük bir pertürbasyon uygulansın  ve sistem bunun sonucunda kararsız hale gelsin.

Bu konuyu irdelerken aşağıdaki gibi iki kısaltmaya ihtiyaç vardır. Sistemin adı “A” olsun.

A0 = A sisteminin dengedeki hali

A1 = A sistemi üzerinde uygulanan pertürbasyon

Pertürbasyon uygulandıktan sonra başlangıçta (ilk etapta) bu pertürbasyon sistemde oldukça küçük değişimler oluşturacaktır. Bu ilk aşamaya lineer aşama denir. Bu aşamada A1<<A0’dır. Yani matematiksel ifadelerde pertürbasyona ait iki ve daha büyük üslü terimler ihmal edilebilir. Zaten bu ihmal edilebilme nedeniyle bu aşamaya lineer (1. derece veya doğrusal) aşama denir.

Canlandırabilme açısından A1 pertürbasyonu denge durumuna göre çok çok küçük mesela 1000 kat daha küçük olsun (A1/A0=0.001). Bu durumda karesi 0.000001 olurken üçüncü dördüncü derece etkiler ise daha da küçük olacaktır. Bu nedenle iki ve daha büyük dereceli terimler ihmal edilebilir.

İkinci etapta ise uygulanan petürbasyon biraz daha büyümeye başlasın. Başka bir deyişle pertürbasyonlar ilk aşamadaki gibi küçük değil aksine A0 ve A1 birbiri ile karşılaştırılabilirdir artık. Bu aşamaya nonlinear yani doğrusal olmayan aşama denir. A0 ve A1 birbiri ile kıyaslanabilir olduğundan pertürbasyonun iki ve daha üstü derece etkilerini/terimlerini ihmal etmemek gerekmektedir.

Son aşama ise nonlinear aşamadan sonra gelen büyüyen pertürbasyon sistemi artık kaotik aşamaya taşıdığı aşamadır. Pertürbasyonlar artık sistemi ileri derecede düzensiz olan yani kaos duruma taşımıştır denir.

Görüldüğü gibi en başta çok çok küçük olan ve linear etkilere sahip pertürbasyon tarafından oluşturulmuş kararsızlık devamında daha da büyümüş büyümüş ve aslında başlangıçta dengede olduğunu söylediğimiz sistemi ileri derece düzensiz ve başlangıçtaki dengeden çok ama çok uzakta bir hale getirmiştir.

Artık başlığımızda verdiğimiz “Kelebek Etkisini” tanımlamak uygundur.

Kelebek Etkisi “Çin’de kanat çırpan kelebeğin havada oluşturduğun pertürbasyonun zaman içerisinde git gide büyüyerek Kaliforniya’da fırtına/tufan (çok ileri derecedeki düzensizlik/karmaşa) yaratma olasılığından” bahsetmektedir.

Son olarak acaba yeni durum artık yeni bir dengede midir? Sistemin yeni bir dengeye ulaşma olasılığı var mıdır? biçiminde sorular sorulabilir. Bu durumda yazının baş kısmında verilen denge tanımına göre bir inceleme yapmak gerekmektedir.

Yazımın en başında söylediğim gibi bu yazdıklarım, yalnızca bir pozitif bilim olan fizik sistemleri için değil sosyal veya ekonomik durumlar için de kullanılabilir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Elektromanyetik Dalgaların Enerjisi ve Foton

Elektromanyetik Dalgaların Enerjisi ve Foton

Elektromanyetik dalgaların enerjisi foton adı verilen ışık parçacıkları (veya paketçikleri) sayesinde taşınırlar.

Daha anlaşılır olması açısından elektromanyetik spektrumun görünür bölgesinde yer alan kırmızı ve mavi ışıkları ele alalım. Bilindiği gibi kırmızı ışık yüksek dalga boylu yani düşük frekanslı (düşük enerjili) iken mavi ışık ise daha düşük dalga boylu yani yüksek frekanslıdır ( yüksek enerjili). Bildiğimiz gibi foton enerjisi planck sabiti h ile frekansın çarpımıdır.

Az önce söylediğimiz enerjinin fotonlarla taşınması  ve örneğini bu iki renk için canlandırmak istersek; bir fotonun içine kırmızı renkte daha az sayıda dalga girerken (tekrarlanma sayısı yani frekansı az)mavi renk içine ise daha fazla dalga girmektedir ( tekrarlanma sayısı yani frekansı yüksektir) diyebiliriz. Çünkü belli bir uzunluk içinde daha fazla dalga girmiş ise başka bir deyişle dalga boyu düşükse frekans ve dolayısıyle enerjisi yüksektir denilebilir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Işık Yayan Diyot (Light Emiting Diode-LED)

Işık Yayan Diyot (Light Emiting Diode-LED)

Başlıktan da anlaşılacağı gibi LED, İngilizce’ de Light Emitting Diode sözcüklerinin kısaltılmış halidir ve Işık Yayan Diyot anlamına gelir.

LED’ler yarı iletken (semiconductor) malzemelerdir. Temel maddeleri ise silikondur. LED’den akım geçtiğinde foton yayarak ışık oluştururlar. Değişik renklerde ışık yayacak biçimde üretilebilirler.

LED’in başlıca önemli kısmı yarı iletken malzemeden oluşan ve ışık vermesini sağlayan LED çipli kısmıdır. LED çipi aslında noktasal bir ışık gibi davranır kılıfı ve içinde yansıtıcısı nedeniyle ışığın belirli bir yönde yayılması sağlanır.

LED’lerin omik dirençleri dinamiktir üzerinden geçen akıma göre değişir. LED’ler tıpkı bir Zener diyot gibi üzerinde sabit bir gerilim düşürür.

LED’lerin yaydığı ışığın (dalga boyu/frekansı), çipi içindeki yarı iletken madde katkılama maddesi (örneğin galyum, arsenit, alüminyum, fosfat, indiyum, nitrit gibi maddeler ile )ile bağlantılıdır. LED’in hangi renkte ışık yayması isteniyorsa ona göre katkılama yapılır.

Aşağıda bazı katkılama biçimleri, dalga boyları (renkleri) ve bunların akım gerilim değerleri sunulmuştur.

Kırmızı LED: 660nm – GaAlAs – ~1,8V- 15mA

Sarı LED: 595nm -InGaAIP – ~2V – 15mA

Yeşil LED: 565nm – GaP – ~2,2V – 15mA

Mavi LED: – 430nm – GaN -~3V – 30mA

2014 Yılı Fizik Ödülü  enerji tasarrufu sağlayan aydınlatma sistemlerine imkân veren LED teknolojisi geliştiren üç Japon araştırmacıya (Isamu Akasaki, Hiroshi Amano ve Shuji Nakamura) verilmiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Elektromanyetik Spektrum

Elektromanyetik Spektrum

Elektromanyetik tayf (spektrum) hangi dalga boyu için hangi frekans ve hangi enerjinin denk geleceğinin tahmin edildiği bir çizelgedir.

Her biri farklı yollarla elde edilmiş elektromanyetik radyasyonlar değişik dalga boylarını (frekansları) kapsamaktadır.

Elektromanyetik spektrum üzerinde yüksek frekanslı (dolayısıyla yüksek enerjili) kozmik ışınlar ve gamma ışınlarından, düşük frekanslı (düşük enerjili) radyo dalgalarına kadar farklı frekanslardaki tüm elektromanyetik ışımaları içermektedir.

Elektromanyetik spektrumda; görünür bölge olarak isimlendirilen bölge kırmızı (daha düşük frekans) ve mor (daha yüksek frekans) ışık arası bölgedir.

Görünür ışınlardan daha yüksek frekanslı olan kozmik, gamma, X ve mor ötesi (ultraviyole) gibi ışınlar daha yüksek enerjiye sahiptirler ve bu nedenle tehlikelidirler.

Benzer şekilde görünür ışıktan daha düşük frekanslı olan radyo, mikrodalga ve kızıl ötesi (infrared) gibi ışınlar ise görünür ışınlara göre daha düşük enerjilidirler.

Elektromanyetik spektrumda yer alan bu ışınları yüksek enerjiliden başlayıp düşük enerjili olana doğru bölge bölge tanıtmak gerekirse:

Mor Ötesi Bölge Işımaları

Bu ışımalar sırasıyla aşağıdaki gibidir.

Kozmik Işınlar: Bu ışınlar dış uzaydan gelen radyasyonlardır ve spektrumda en kısa dalga boyuna yani en yüksek frekansa (enerjiye) sahip ışınlardır.

Gama Işınları: Bu ışıma türü atom çekirdeğinde radyoaktivite yoluyla oluşmaktadır Gamma ışınlar bir atom çekirdeğinin çapından daha küçük dalga boylu dalgalar içermektedirler.

X-Işınları: Bu ışımalar özel lambalar, X ışın tüpleri ve metal bir hedefe çarpan hızlı elektronlar gibi mekanizmalar sayesinde oluşturulabilirler. X ışınları (Röntgen ışınları) yumuşak maddelerin içine nüfuz edebilme kabiliyetine sahiptirler.

Mor Ötesi (Ultraviyole) Işınlar: Bu türdeki ışımalar tıpkı X ışınlarında olduğu gibi özel lambalarda, gaz deşarjlarında ve de yıldızların içlerinde üretilirler.

Yukarıda kısaca tanıttığımız spektrumun kısa dalga boylu (yani yüksek frekanslı) bölgesindeki bu tip morötesi bölge ışımaları zararlı olabilirler.

Görünür Bölge Işımaları

Işık diye hitap ettiğimiz elektromanyetik spektrumun bu küçük bölümünü insan gözü görebilir yani insan gözünün gördüğü renkler bu bölgededir. İsimlendirmek gerekirse mor ile başlayan ve kırmızıyla biten renkler vardır.

Kızıl Ötesi Bölge Işımaları

Bu ışımalar sırasıyla aşağıdaki gibidir.

Kızılötesi (İnfrared) Işınlar: Bu ışımalar sıcak ve soğuk maddeler tarafından oluşturulurlar ve bu ışımalar atomlar tarafından emildiklerinde ise maddeyi ısıtırlar. Bu nedenle ısı radyasyonu olarak da isimlendirilirler.

Mikrodalgalar: Radar sistemlerinde kullanılan çok uzun dalgaboyuna sahip düşük enerjili dalgalardır. Bu ışımalar aynı zamanda evlerimizde kullandığımız mikrodalga fırınlarında ve kablo gerektirmeyen (wireless) uzak mesafe iletişimlerde kullanılmaktadırlar.

Radyo Dalgaları: Bu ışımalar elektrik osilasyonları tarafından oluşturulur ve telefon, televizyon ve radyoda bağlantı kablosu gerektirmeden kullanılmaktadırlar.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Elektromanyetik Dalgalar

Elektromanyetik Dalgalar

Elektrik veya manyetik alanlardan bir tanesi zaman içinde (zamana göre) değişmeye başlarsa etrafını etkiler ve diğer tür (elektrik ve manyetik) bir indüksiyon alanı oluşturur. Elektrik ve manyetik alan için bunun gibi olayları birleştiren Maxwell bir bölgede zamanlar değişen elektrik veya manyetik alanlar nedeniyle elektromanyetik dalganın uzayda bir bölgeden diğer bir bölgeye ilerleyebilmesinin mümkün olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca böyle bir bozulma da dalga özellikleri de taşımak zorundadır ve buna elektromanyetik dalga denir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Enerji ve Enerji Bilimi Nedir?

Enerji ve Enerji Bilimleri

Maddede var olan ve ısı, ışık biçiminde ortaya çıkan ve iş yapabilme kabiliyetine sahip fiziksel çokluğa enerji denir. Enerjinin çıkış noktası maddenin  konumu, hareketi, taşıdığı elektrik yükü, içinde bulunduğu ortamdan daha yüksek sıcaklığa sahip olması gibi durumlardır.

Potansiyel enerji, kinetik enerji, elektrik enerjisi, ışık, ısı, kimyasal enerji ve nükleer enerji gibi türleri vardır. Başlıca enerji kaynakları ise aşağıya sıralanmıştır.

  • Güneş
  • Rüzgar
  • Jeotermal
  • Hidrojen
  • Gelgit
  • Dalga
  • Hidroelektrik
  • Biyokütle
  • Nükleer
  • Fosil (Kömür, Petrol ve Doğalgaz)

Enerji türleri, enerji kaynakları, enerjinin elde edilmesi, dönüşümü, iletilmesi tasarrufu gibi konuları çalışan disipline ise enerji bilimleri denir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Elektromanyetik

Elektromanyetik

Elektrik ve manyetik kelimelerinin birleşiminden oluşan elektromanyetik bilimi elektromanyetik kuvvet, ışık ve yük gibi fiziksel olgu ve süreçleri inceleyen bilim dalıdır.

Adından da anlaşılacağı gibi elektromanyetik kuvvet hem elektrik hem de manyetik kısımlara sahiptir.Elektromanyetik kuvvet tıpkı güçlü, zayıf ve çekimsel etkileşimler gibi temek etkileşimlerden bir tanesidir.

Elektromanyetik teorinin gelişmesinde emeği geçen bilim adamları olarak Maxwell, Oersted, Faraday, Ampere gibi bilim adamları sayılabilir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail