Tag Archive for iyonlaştırıcı olmayan radyasyon

Evren Üzerine-3

Thales ve Anaximandros’un aksine Efes’li Heraklitos (MÖ 550-480) hiçbir şeyin aynı durumda kalmayacağını yani değişim ilkesini önermiştir. Bazı kaynaklarda “Kimse aynı ırmağa iki kez giremez” sözü Heraklitos’a mal edilmektedir. İşte Heraklitos’a ait bu gözlem kendisini zaman ile ilgilenen kendi çağının ilk bilginlerinden biri yapmıştır. Yine Thales ve Anaximandros’un aksine Heraklitos tüm evrenin aslında ateşten var olduğunu ve ona döneceğini diğer bir deyişle her şeyin göreli olduğunu önermiştir. Bunun yanında evren zıt unsurlardan meydana gelmiştir. Bu zıt unsurlar varoluşun zorunlu ve tek şartı olduğu gibi sürekli bir savaş halindedir. Bu savaş zıt unsurlar arasında güzel bir harmoni de oluşturmaktadır.

Doğa düşünürlerinden biri olan Empedocles (MÖ 490-430) kendinden önceki doğa düşünürlerinin temel element olarak belirlediği; su, ateş ve havaya toprak öğesini de eklemiştir. Empedocles’e göre bu dört element başlangıçtan beri vardır, değişime ve yok olmaya uğramaz ve evrendeki miktarları da değişmeden hep aynı kalır. Evreni oluşturan her şey de bu dört elementin belirli oranlarda birleşmesinden oluşur. Sırasıyla açıklamak gerekirse bu dört element aşağıdaki gibi açıklanabilir:

-Su; soğuk ve ıslaktır. Modern düşüncedeki sıvıya karşılık gelmektedir.

-Hava; sıcak ve ıslaktır. Modern düşüncedeki gaza karşılık gelmektedir.

-Ateş; sıcak ve kurudur. Modern düşüncedeki ısıya karşılık gelmektedir

-Son olarak toprak ise; soğuk ve kurudur. Modern düşüncedeki katı maddeye karşılık gelmektedir.

Milet’li Leucippus (MÖ 5.yy) atomik teorinin gelişmesinde önemli bir yer tutan Yunan filozoflardan biridir. Ona göre herşey bozulmayan ve bölünmeyen, atom olarak isimlendirilen elemanlardan oluşmaktadır. Bu fikir sonrasında Leucippus’un başarılı öğrencilerinden olan ve Modern Bilimin Babası olarak isimlendirilen Abdera’lı Democritus (MÖ 460-370) tarafından çalışılmış ve geliştirilmiştir. Socrates öncesi dönemin etkili filozoflarından biri olan Democritus, Leucippus ile beraber atomik teoriyi sistematize etmiş ve kozmos (evren) için atomik teoriyi formülize etmiştir. Democritus ve Leucippus’un teorisine göre herşey atomlardan oluşmakta, atomlar geometrik olarak olmasa da fiziksel olarak bölünememekte ve boşlukta yer almaktadır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-2

Evrene Ait İlk Modeller

[Yer Merkezli (Geocentric), Güneş Merkezli (Heliocentric), Yarı Yer Merkezli (Tychonic)]

İlk varolmaya başladığı andan beri insanoğlu geceye, gündüze, Güneş’e, Ay’a veya gökyüzünde görünen cisimlere karşı ya meraktan ya da korkudan ilgi duymuştur. Onlara ait tasarımlar ve modeller yapmıştır. Bu nedeni ya tapınma ya korkma ya da merak olmuştur. İnsanoğlunun evren tasarımı görebildiği veya kendi çapında gözleyebildiği kadar olmuştur. Bunun için kah Dünya’yı evrenin merkezine koyarak modeller üretmiş kah Güneş’i koyarak başka modeller üretmiş, bazen de diğer tüm gök cisimlerini Güneş’in etrafında döndürürken O’nu da Dünya’nın etrafında döndürtmüştür .

Sistematik bilimin babası olarak da anılan Miletli Thales’in (MÖ 624-545) öğrencisi Miletli Anaksimandros (610-546), Thales’in “temel madde/ilk neden” fikrine karşı çıkmış ve suyun hiç yok olmadığı tersine sonsuz olduğunu düşündüğü yeni bir madde önermiştir. Bu maddeyi “apeiron” olarak isimlendirmiştir. Bunun yanında evrenin rasyonel düşünmeye ve gözleme dayalı meydana geliş öyküsünü ilk kez ortaya atan ilk bilim adamı olan Anaksimandros’un Dünyanın şu ya da bu biçimde göklerde bir yerlerde asılı olduğu biçimindeki eski kanıyı reddetmiştir. Anaksimandros’a Dünya merkezde yer almakta sonrasında ise sırasıyla yıldızlar, Ay ve Güneş çembersel yörüngelerde Dünya’nın etrafında dönmekteydi. Anaksimandros’un Evren hakkındaki bu çalışmaları O’nun “Evrenin Babası” olarak adlandırılmasını sağlamıştır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Evren Üzerine-1

Evreni tanımlamamız gerekirse, onun çevremizde varolan ve fiziksel yapıdaki her şey olduğunu söyleyebiliriz. Çevremizde gördüğümüz aslında evrenin küçük bir bölümünü oluşturan maddeyle birlikte gizemli madde ve enerji evreni oluşturur,

Önceleri insanlar evrenin yalnızca üzerinde yaşadıkları Dünya ve yakın çevresindeki gezegenlerle yıldızlardan oluştuğunu düşünüyorlardı. O zamanlar Dünya’nın evrenin merkezinde olduğu varsayılıyordu.

Evrenin ne kadar büyük, gezegenimizinse onun sonsuz büyüklüğüm içinde ne kadar küçük olduğunu kavrayalı yarım yüzyıldan biraz fazla oldu. Günümüzde, içinde yaşadığımız evreni önemli ölçüde anlayabildiğimizi düşünüyoruz. Elbette yanıtlanmamış birçok soru var. Ancak, evrenin bundan yüzyıl önce hayal edilen evrenden çok daha farklı olduğunu biliyoruz.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Kaynakça)

Not: “Fizik Nedir?” yazı dizisi devam edecektir. Bu yazıda buraya kadar kullanılan kaynaklar verilecektir. Yeni yazılar da eklenmeye devam edecektir.

Kaynakça:

  • Aydın Sayılı, 1999, Bilim tarihi, Gündoğan Yayınları,
  • Bilim ve Teknik Dergisi, 2000, Sayı 386 Eki: 20 yyda Bilim ve Teknoloji
  • Cemal Yıldırım, 2015, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi.
  • Cengiz Yalçın, 2015, Kuantum, Akılçelen Kitaplar.
  • Chunglin Kwa, 2011, Styles of knowinga new history of science from ancient times to the present, University of Pittsburgh Press.
  • David Ingram, 2010, The history of continental philosophy.philosophy, politics, and the human The University of Chicago Press.
  • Davide Fiscaletti ve Amrit Srecko Sorli, 2014, The infinite history of now :a timeless background for contemporary physics (Elektronik Book)
  • George Gamow, 1988, The Great Physicists from Galileo to Einstein, Dover Publications.
  • George Sarton, 1995, Antik bilim ve modern uygarlık (Elektronik Kitap)
  • http://www.huseyincavus.com.tr
  • https://en.wikipedia.org
  • https://home.cern/about
  • https://www.ligo.caltech.edu/
  • https://www.nobelprize.org/nobel_prizes/physics/
  • http://www.indianetzone.com/51/dignaga.htm
  • http://history.cultural-china.com/en/60History12623.html
  • http://www.nkfu.com/misir-takvimi-ozellikleri/
  • https://www.ligo.caltech.edu
  • http://www.wikiwand.com/en/Shen_Kuo
  • Hüseyin Çavuş, Fizik Tarihi Dersi Notları, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Fizik Bölümü.
  • John L. Heilbron, 2005, The Oxford Guide to the History of Physics and Astronomy, Oxford University Press
  • John Waller, 2002, Fabulous sciencefact and fiction in the history of scientific discovery, Oxford University Press.
  • Julio A. Gonzalo, Manuel M. Carreira, 2014, Intelligible design :a realistic approach to the philosophy and history of science (Elektronik Kitap)
  • Leonid Zhmud 2006, The origin of the history of science in classical antiquity, Walter de Gruyter.
  • Louis de Broglie, 1992, Yeni Fizik Kuvantumları, Kabalcı Yayınları.
  • National Academy ofSciences, 1975, The history, scope and nature of materials science and engineering, National Academy of Sciences.
  • Orhan Hançerlioğlu, 1985, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi
  • Pascal Acot, 2005, Bilim Tarihi, Dost Yayınları.
  • Stephen Hawking, 2016, Zamanın Kısa Tarihi, Alfa Yayınları.
  • William Bynum, 2012, A little history of science (Elektronik Kitap).
  • William F. Bynum, 2014, Dictionary of the History of Science, Princeton University Press.
  • Zeki Tez, 2008, Fiziğin Kültürel Tarihi. Doruk Yayıncılık.
  • Zeki Tez, 2009, Astronomi ve Coğrafyanın Kültürel Tarihi. Doruk Yayıncılık.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 53)

Muhtelif kütle-çekimsel dalga detektörleri mevcut olmakla birlikte bugüne kadar bu dalgaların tespitini yapamamışlardır. 11 Şubat 2016’da Lazer Interferometer Yerçekimi Dalgası Gözlemevi (LIGO) çalışma grubu, birbirleri ile çarpışan iki kara delikten yer çekimsel dalgalar tespit edildiğini açıkladı. Keşfedilen yerçekimi dalgalarının iki kara deliğin 1.3 milyar ışık yılı ötedeki çarpışmasıyla ortaya çıktığı ve çarpışma sesinin kaydedildiği ifade edildi.

Yaşam üç boyutlu bir evrende geçmektedir. Herhangi bir konumu tanımlamak için üç koordinat ve bir de zaman kullanılmaktadır. Aslında yaşam üç değil dört boyutlu bir evrende geçmektedir Einstein bu zaman koordinatının da uzay koordinatlarına eşdeğer olduğunu göstermiştir. Dört boyutta oluşan bu evren için de uzay ve zamanı ayrı ayrı kullanmak yerine uzayzaman kavramı kullanmıştır. Aslında uzayzaman denildiğinde dört boyutlu evren kastedilmektedir.

Einstein yer çekiminin aslında uzayzamanın eğilmesinden ibaret olduğunu göstermiştir. Cisimlerin kütlesi ne kadar fazla olursa uzayzamanı da o kadar fazla büker. Buna göre herhangi bir taş aslında Dünya tarafından çekilmez. Dünya varlığından dolayı etrafındaki uzayzamanı büker ve taş bu bükülen uzayzamanda aşağıya doğru yuvarlanır. Newton’un yer çekimi kanunu bunun basit durumlar için bir açıklamasıdır. Ama özellikle ışığın kütlesi yüksek cisimlerin yakınında eğilmesini bize açıklayamaz çünkü ışık kütlesizdir ve kütleli cisimlerin kütlesiz bir cismi çekmeleri beklenemez. Işığın bu şekilde bükülmesinden dolayı Güneş’in arkasındaki bir yıldızı Güneş’in yanındaymış gibi görebiliriz.

Yapılan bu gözlem sayesinde evren hakkındaki bilgilerimizin %95’ini ışık ve benzeri elektromanyetik dalgalar ile elde edilirken kütle çekim dalgalarının ölçebilmesi sayesinde artık evren hakkında bilgi elde edebileceğimiz kaynakların sayısı da artmıştır. Bu keşif kendi zamanında çığır açan bir gelişme olan Galieli’nin yaptığı gözlemler kadar değerli bir keşiftir. Bu keşif sayesinde, standart modelin eksik ve açıklanmaya muhtaç parçaları olan kütle çekimsel etkileşimler ve graviton kavramlarının açıklanması için önemli bir yol kat edilmiş oldu.

Not: “Fizik Nedir?” dizisi devam edecektir. Bundan sonraki bölümde buraya kadar kullanılan kaynaklar verilecektir. Yeni yazılar da eklenmeye devam edecektir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 52)

İsviçre ve Fransa sınırında yer alan ve Cenevre şehrine yakın olan CERN, dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma laboratuvarıdır. CERN’in kuruluş amacı, üye ülkelerin kendi bütçe olanakları ile gerçekleştiremeyecekleri araştırmaları ortak olarak yürütebilmektir. CERN, Nobel ödüllerine de layık görülen çok önemli bilimsel buluşların yapıldığı bir merkezdir.

CERN İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın Fizik alanında ABD’ye yetişebilmesi için 12 Avrupa ülkesinin (Belçika, Almanya, Fransa, Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre, İtalya, Norveç, Yugoslavya, ve Yunanistan) işbirliği ile 1954 yılında kurulmuştur. Kurulduğundan bu yana Merkez, çok geniş katılımlı uluslararası işbirliğinin başarılı bir örneği olarak hizmet vermektedir. CERN’e üye ülke sayısı 2014 yılı itibariyle 21’dir. Bu ülkeler; Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, Macaristan, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya ve Yunanistan’dır. Gözlemci olarak katılan ülke/kuruluş sayısı 7’dir. Gözlemci statüsündeki ülkeler; Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Japonya ve Rusya Federasyonudur. Ayrıca, Avrupa Komisyonu, UNESCO ve JINR da CERN’de gözlemci olarak temsil edilmektedir.

Türkiye 1961’den 2015 yılına kadar gözlemci statüsünü sürdürmüş,12 Mayıs 2014 tarihinde Cenevre’de imzalanan ve 22.01.2015 tarihli ve 6587 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan “Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü (CERN) Arasında CERN’de Ortak Üye Statüsü Verilmesi Hakkında Anlaşma”ya dair beyanımızı içeren Mektup’un Dışişleri Bakanlığımız vasıtasıyla 06.05.2015 tarihinde CERN’e ulaştırılmasıyla birlikte Ülkemizin CERN’e Ortak Üyeliği gerçekleşmiştir.

Higgs Bozonu ile maddelerin nasıl kütle kazandığının açıklanmasından sonra standart modelde açıklanmayı bekleyen bir diğer konu olan kütle çekimsel etkileşimler ile ilgili olarak 11 Şubat 2016 tarihinde çok önemli bir duyuru yapılmıştır. Alman Fizikçi Albert Einstein’ın Kütle Çekim Teorisi’nde bahsettiği dalgalarının tespit edildiği açıklanmıştır. Bugüne kadar doğrudan doğruya tespit edilemeyen kütle çekimsel ışımanın varlığı dolaylı olarak bilinmekteydi.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 51)

Maddelerin nasıl kütle kazandıklarına dair ilk tasarım Francois Englert (1932- ) ve Robert Brout (1928 -2011) ile Peter Higgs (1929 – ) tarafından birbirlerinden bağımsız olarak 1964’de (50 yıl önce) yapılmıştır. Evrenin temel yapıtaşlarının nasıl bir araya gelerek kümelendiklerini, nasıl kütle kazandıklarını ve bizim bugün etrafımızda gördüğümüz herşeyin nasıl oluştuğunu açıklamaya yardımcı olacak teoriyi öne sürmüşlerdir.

50 yıl öncesinde ortaya konulan teori Higgs Bozonu ya da Tanrı parçacığı adıyla bilinen bir atom altı parçacığının varlığını kabul etmekteydi. Bu parçacık CERN’de binlerce bilim insanının çabalarıyla, 2012 yılı Temmuz ayında, CERN’de bulunan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) ile gözlemlenmiştir. Bu başarıları sayesinde 2013 yılı Nobel Fizik Ödülü Higgs ve Englert’e verilmiştir.

Higgs bozonu ile parçacık fiziğinin standart modelinde önemli bir boşluk doldurulmuş oldu. Yani maddeyi oluşturan temel parçacıkların (fermiyon grubuna dahil olan kuarklar ve leptonlar ; kuvvet taşıyıcı parçacıklar olan bozonların) nasıl kütle kazandığı açıklanmış oldu. Bu sayede kuarklar ve leptonlar olarak anılan fermiyon grubu temel parçacıkların kütle kazanması sürecinde aracı parçacık görevi gören Higgs parçacığı gözlenmiş oldu. Bu atom altı parçacıkların kütle kazanmasının açıklanmasıyla proton, nötron, atom çekirdeği, atomlara oradan da maddeye kadar uzanan kütle kazanım silsilesindeki büyük bir boşluk doldurulmuş oldu.

Tanrı parçacığı olarak da bilinen Higgs Bozon’unun da keşfedildiği araştırma merkezi olan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN), Nükleer Araştırmalar için Avrupa Konseyi anlamına gelen Fransızca “Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire” sözcüklerinin kısaltması olarak 1953 yılında Cenevre’de merkezi laboratuvar olarak kurulmuştur. İsmi Fransızca “Organisation Européenne pour la Recherche Nucléaire” ve İngilizce “European Organization for Nuclear Research” olarak değişmesine karşılık kısaltması CERN olarak değişmeden kalmıştır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 50)

Doğada bilinen dört temel etkileşim vardır. Bunlar:

-Kütleçekimsel etkileşim

-Elektromanyetik etkileşim

-Güçlü etkileşim

-Zayıf etkileşim ,

biçiminde sıralanabilir. Kütleçekimi ve elektromanyetik etkileşim günlük yaşamda sıklıkla karşılaşılan etkileşimlerdir. Diğer ikisi yani güçlü ve zayıf etkileşimler ise atomaltı dünyada etkindir. Örneğin kuarkların bir arada durarak parçacıkları oluşturmasını sağlayan etkileşim güçlü etkileşimdir. Zayıf etkileşim ise parçacıkların bozunma sürecinde etkindir. İşte bu dört etkileşimin üçünü (elektromanyetik, güçlü ve zayıf etkileşim) bir çatı altında toplayan/toplamaya çalışan kurama standart model adı verilir.

Standart Model, maddenin temel yapı taşlarını ve bunların etkileşimlerine aracılık yapan; temel kuvvetleri tanımlayan kuramdır. Bu modele göre, bütün maddesel evren, birbirleriyle 4 temel kuvvet aracılığıyla etkileşen; fermiyonlardan (kuarklardan, leptonlardan) ve bu temel etkileşimleri taşıyan bozon ismi verilen taşıyıcı parçacıklardan oluşur.

Fermiyon grubu parçacıklardan kuarklar sırasıyla yukarı, aşağı,üst,alt, tılsımlı ve garip kuarklar olarak toplam 6 çeşittir. Leptonlar ise elektron, elektron nötrinosu, muon, muon nötrinosu, tau ve tau nötrinosudur. Kuvvet taşıyıcı Bozonlar ise kuvvetli etkileşimi taşıyan gluonlar, zayıf etkileşimi taşıyan W+,W- ve W0 bozonları, elektromanyetik etkileşimi taşıyan fotonlar ve son olarak kütle çekimsel etkileşimleri taşıyan gravitonlardır.

Bu model çok sayıda bilim insanının katkılarıyla 20. yüzyılın ikinci yarısında oluşturulmaya başlanmıştır. Önce 1961’de Shelden Glashow (1932 – ) elektromanyetik ve zayıf etkileşimleri birleştiren kuramı ortaya koymuştur. Devamında 1967’de Steven Weinberg (1933 – ) ve Abdus Salam (1926-1996) parçacıklara kütle kazandıran Higgs mekanizmasını Glashow’un kuramı ile birleştirerek elektrozayıf kuramı bilinen haline getirdi. Glashow, Weinberg ve Salam bu çalışmaları için 1979 yılında Nobel Fizik Ödülü ile onurlandırıldı.

Güçlü etkileşim ise 1970’lerde kuarkların varlığının doğrulanmasından sonra pek çok bilim insanının katkılarıyla son halini aldı. Standart modelin yaptığı pek çok tahmin yıllar içinde doğrulandı. Örneğin 1995’te bulunan üst kuark ve 2000’de bulunan tau nötrinosu varlıkları standart model tarafından öngörülmüştür. Standart model, çok başarılı ve kendi içinde tutarlı bir kuram olmasına rağmen hâlâ geliştirilmesi gerektiği düşünülmektedir. Örneğin kütleçekiminin standart model ile nasıl birleştirileceği henüz bilinmemektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 49)

  1. Yüzyıl Fiziği:

Fizik bilimiyle ilgili olarak 21. yüzyılın en önemli teknolojik gelişmesi nanoteknoloji konusudur denilebilir. Nano kelimesi köken olarak eski Yunancadır ve küçük anlamına gelmektedir. Kendisinden türetilmiş bir kavram olan nanometre ise metrenin milyarda biri kadarlık bir uzunluğu tarif etmektedir. Nanoteknoloji kavramı ise atomik ve moleküler boyutta olan küçük birimleri ifade etmek ve maddeyi atomik boyutu ile kontrol etmek amacı ile kullanılmaktadır. Çalışma konusu olarak atom üstüne atom koyarak yeni maddeler oluşturmayı ve mevcut maddelerin moleküler yapısını değiştirerek yeni maddeler oluşturma çalışmalarını içermektedir. Günümüzde nanoteknolojiye olan ilgi artmakta ve bu alandaki çalışmalar hızlanmaktadır.

Küçük boyutları ifade eden nano kelimesinden türetilen nanoteknolojinin kullanım alanı oldukça geniştir ve genişlemektedir. Fizik, kimya, biyoloji, bilgisayar, malzeme bilimi, elektronik gibi alanlarda kullanımının yanında, tıp alanında da oldukça çarpıcı gelişmelere imkan sağlamaya başlamıştır. Oldukça hızlı ilerleyen bir teknolojidir. Örneğin; nanoteknoloji ile üretilebilecek birçok mikroskobik aygıtlar belki de damarlarımızda dolaşacak ve birer uzman gibi tedavi sağlayacaktır.

Tıbbi teknolojilerdeki biyoteknolojik gelişmeler ve genom projesi ile birleştirilebilecek olan nanoteknoloji insanlık için oldukça faydalı sonuçlar verebilir. Nano boyuta sahip yapıların fiziksel özelliklerini anlaşılması ile yeni bir nano ölçekteki (nanoskopik) dünya ile bir köprü kurulabilir. Bu sayede daha az sürede daha az maliyet ile daha fazla üretim sağlanılabilir. Bu da yaşam kalitesinin artmasını ve daha sağlıklı ve güvenli bir yaşam sürmemizi sağlayabilir. Bunun yanında daha az enerji harcanmasını da sağlayabilir. Bu konu ile bağlantılı 2014 Nobel Fizik Ödülü “yariletken fiziği/malzeme fiziği/fotonik/optoelektronik” konusunda çalışan bilim insanlarına verilmiştir. Ödülü nanoteknolojiyi kullanarak aydınlatmada tasarruf sağlayan ve kısaca LED (light emiting diode) olarak anılan çalışmaları nedeni ile Isamu Akasaki (1929 – ), Hiroshi Amano (1960 – ) ve Shuji Nakamura (1954- ) isimli üç Japon araştırmacı paylaşmıştır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 48)

1992’de Büyük Patlama’ya dair yeni bulgulara ulaşılmıştır. Lawrence Berkeley Laboratuvarları ve California Üniversitesinin ortak yürüttüğü bir projede, Amerikalı kozmolog George Fitzgerald Smoot (1945 – ) başkanlığında bir grup bilim adamı, COBE (Cosmic Background Explorer) uydusu yardımıyla evrenden gelen fon ışımasındaki dalgalanmaların büyük patlamadan arta kalan ışımalar olduğunu keşfetmiştir. Bu başarı Smoot’a 2006 yılı Nobel Fizik Ödülünü getirmiştir.

1994 yılında ise karadeliklerin varlığı ile ilgili ilk kanıtlar bulundu. Hubble Uzay Teleskopu yardımıyla ulaşılan verilere göre 53 milyon ışık yılı ötede bir karadelik gözlendi. Karadeliklerin varlığı ilk defa Albert Einstein ve Karl Schwarzschild tarafından teorik olarak öngörülmüştü ve M87 olarak isimlendirilen bu karadelik bu iki bilim adamının öngörülerinin kanıtı niteliğindeydi.

Bundan bir yıl sonra 1995 yılında gezegen sistemine sahip Güneş benzeri yıldızlar keşfedildi. Esasında 1994 yılında da gezegen gözlemleri yapılmıştı. Lakin bunlar ölü yıldızların veya pulsarların etrafında dönüyorlardı. 1995 yılında bulunan sistem ise Güneş benzeri bir sistemdi ve Dünya’dan 42 ışık yılı uzaktaydı. 1990 yılında uzaya yerleştirilen Hubble Uzay Teleskopu 1996 yılında milyarlarca galaksi keşfi yapmıştır. Her galaksi 50 ile 100 milyar arası yıldız içermekteydi. Yeni bulunan galaksiler arasında spiral veya eliptik olmayan galaksiler de bulunmaktaydı.

1997 yılında daha önce indirilen Viking uzay aracından sonra Pathfinder ismi verilen bir başka uzay aracı Mars gezegenine indirildi ve Mars hakkında yeni bilgilere ulaşmamızı sağladı. 1997 yılının bir diğer önemli gelişmesi ise Güneş sistemimizde Dünya’mız dışında başka bir yerde canlılık olasılığı için Jüpiter’in 16 uydusundan biri olan Europa’nın iyi bir aday olduğu anlaşıldı. Galileo uzay sondasının gönderdiği görüntüler yardımıyla Europa’da buz tutmuş okyanuslara rastlandı. Bu da orada yaşamın başlangıcı için gerekli suyun varlığını ortaya koyuyordu. 1999 yılına gelindiğinde Galileo uzay aracı Jüpiter’in diğer uydusu Io’da bir volkan patlaması saptadı. Bu patlama Güneş sisteminde şimdiye kadar görülmüş en büyük volkan patlaması idi. Lavlarının 1.5 km yükseğe çıktığı gözlendi.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 47)

John Bardeen 1956 yılında yarıiletken teknolojisi konusundaki çalışmalarıyla Nobel Fizik Ödülünü kazanmıştır. Fakat Leon Neil Cooper (1930-  ) ve John Robert Schrieffer (1931- ) ile birlikte mikroskobik boyuttaki süper iletkenlik çalışmalarından dolayı 1972 yılında Nobel Fizik ödülünü 2.kez alarak tarih yazmıştır.

1974 yılına gelindiğinde NASA’nın bir başka uzay aracı Mariner 10 havalanmış ve Merkür gezegenine yaklaşıp yüzey topografyası hakkında bildi vermiştir. NASA 1975 yılında Mars’a Viking isimli başka bir araç daha göndermiştir. Mars`ın yüzey yapısını incelemek ve orada yaşam olup olmadığını araştırmak amacıyla 20 Ağustos 1975`te gönderilen Viking başarıyla inip incelemeler yapan ilk uzay aracıdır. 1976 yılında diğer uzay sondaları Voyager-1 ve Voyager-2 fırlatıldı. Güneş sisteminin dış bölümünü incelemek için kalkan bu sondalar gönderildikleri bölge ile ilgili öncesinde hiç bilinmeyen birçok bilgiye ulaşılmasını sağladı. 1981 yılında Amerika uzay mekiği programlarına başladı. İlk kez 1977 yılında uzay mekiği tasarlanmasına rağmen hiç kullanılamamıştır. Sonrasında ise Columbia 12 Nisan 1981’de yolculuğa başlayan ilk uzay mekiği olmuştur.

1984 yılı parçacık fiziği açısından önemli bir yıl olmuştur. Üst kuark (up kuark) parçacığının varlığı deneysel olarak ispatlanmıştır. Bu kuark öngörülerde olduğu gibi +2/3 gibi bir elektriksel yüke sahip iken bu kuarkın eşi niteliğinde olan alt kuarkın (down kuark) yükü ise -1/3’tü. Kütle değeri ise 30-50 GeV/c2 olarak öngörülmüştür.

1985 yılı doğa açısından oldukça önemli bir yıl olmuştur. Hollandalı Paul Jozef Crutzen (1933 – ), Meksikalı Mario Molina (1943 – ) ve Amerikalı bilim adamları F. Sherwood Rowland (1927-2012 ) ozon tabakasında delik olduğunu gözlemlediler. Güneş’ten gelen zararlı mor ötesi ışınları süzme özelliğine sahip ozon tabakasının delinme sebebi artan koloroflorokarbon gazı kullanımıdır. Bu gaz özellikle deodorant ve soğutma sistemlerinde sıkça kullanılan bir gazdır. Bu olayı gözlemleyen Crutzen, Molina ve Sherwood aynı ozon tabakasındaki deliğin düzeltilmesi konusundaki çalışmaları nedeniyle 1995 yılı Nobel Kimya Ödülünü almıştır.

1989 yılında Amerika bir uzay sondası cihazı olan Galileo’yu uzaya göndererek Jüpiter gezegeni konusunda bilgiler toplanmasını sağlamıştır. Bir yıl sonra, 1990 yılında, Hubble Uzay Teleskopu uzay mekiği Discovery tarafından yörüngesine yerleştirilmiştir. Edwin Hubble’ın anısına bu şekilde isimlendirilen teleskop Amerika Uzay ve Havacılık Dairesi NASA ve Avrupa Uzay Ajansı ESA’nın ortak projesidir. Bu teleskop yardımıyla 15 milyar ışık yılı ötesi gözlenebilmiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 46)

İnsanlı uzay uçuşu yapan Sovyetlerin ardından, uzay çağı savaşlarının devamı niteliğinde olan bir gelişmenin kurulmasından 7 yıl sonra, 1965 yılında NASA’nın Gemini 4 projesi kapsamında uzaya gönderilen James Alton McDivitt (1929 – ) ve Edward Higgins White (1930–1967) adlı astronotlar, uzayda ilk yürüyüşü gerçekleştirmiştir. 21 Temmuz 1969 tarihinde Amerikalı astronotlar Neil Louis Armstrong (1930 – 2012) ve Edwin Eugene Buzz Aldrin (1930 – ) Apollo 11 uzay aracıyla aya inen ve aya ayak basan ilk insan özelliğine sahip olmuştur.

1967 yılına gelindiğinde İngiliz astronom Antony Hewish (1924 – ) ve öğrencisi Jocelyn Bell Burnell (1943 – ) ilk pulsar yıldızını keşfetmiştir. Bu iki gök bilimci bu buluşlarını radyo dalgalarında meydana gelen anlık oynamaları kaydetmek amacıyla özel tasarlanmış radyo teleskop yardımıyla yapmıştır. Pulsar (veya atarca) aslında “kalp gibi atan” anlamına gelmektedir. İngilizcede “kalbin atması” anlamına gelen “pulsate” kelimesinden türetilen pulsarlar, içinde bulundukları nebulaların çekirdeği ve kalbi hükmünde oldukları kadar, kalp atışları gibi muntazam fasıllarla (ritimlerle) uzaya radyo dalgaları gönderen nötron yıldızlarıdır. Bu keşif Hewish’e 1974 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü getirmiştir.

Uzay çalışmaları açısından 1971 yılı özel bir yıl olmuştur. Amerika tarafından Mars gezegenine sonda cihazı gönderilmiştir. Uzay sondaları, Dünya’nın çekim alanından kurtulup gökcisimlerine, gezegenlerarası ya da galaksilerarası uzay boşluğuna gönderilerek veri toplamaya yarayan robotik uzay aracı ve bu aracın yerine getirdiği göreve verilen ortak bir addır. Mars’a gönderilen Mariner-9 aracı, yaklaşık bir yıl boyunca gezegenin yüzeyi hakkında bilgi toplamıştır. Aynı yıl Ruslar ise Salyut-1 adını verdikleri uzay istasyonunu Dünya yörüngesine oturtmuştur. Dünya ve uzay hakkında bilgi toplama ve gözlem yapma amacı olan Salyut-1 Dünya’ya çok yakın bir yerde yörüngeye yerleştirilmiş, yerin çekim gücünden dolayı, her geçen gün yeryüzüne biraz daha yaklaşmış ve 6 ay gibi bir sürede de atmosfere girerek düşmüştür.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 45)

Macar Fizikçi Eugene Paul Wigner (1902–1995), 1963 yılında, atom çekirdeği ve temel parçaçıklarla ilgili çalışmalara temel simetri prensiplerini ilk kez uygulayarak yaptığı katkılardan dolayı 1963 Nobel Fizik Ödülüne layık görülmüştür. Wigner bu çalışmasıyla, kuantum mekaniğinde simetri kuramının temelini atmış ve buna ek olarak atom çekirdeğinin yapısı üzerine matematiksel ve kuramsal araştırmalar yapmıştır. Ayrıca nükleer reaktörlerde Xe-135 zehirlenmesi de ilk olarak Eugene Wigner tarafından belirlenmiştir.

20.yy’ın ikinci yarısı radyo dalgalarının keşfi ve radyo astronominin gelişmesi açısından önemlidir. Alman astronom Arno Allan Penzias (1933- ) ve Amerikalı astronom Robert Woodrow Wilson (1936 – ) 1965 yılında evrende 3 Kelvinlik artık ısıl enerjiye denk gelen bir fon ışıması (cosmic microwave background radiation) keşfetmiştir. Günümüz teknolojisi ve bilgisiyle bu ışımanın evrenin milyarlarca yıl önceki oluşumu sırasında gerçekleşen başlangıç patlamasından günümüze ulaşan bir fon ışıması olduğu konusunda görüş birliği oluşmuştur. Penzias ve Wilson’a bu değerli keşiflerinden dolayı 1978 yılı Nobel Fizik Ödülü verilmiştir.

1964 yılı çekirdek fiziği açısından çok önemli gelişmelere sahne olmuştur. Amerikalı Fizikçi Murray Gell-Man (1929-2019) madde parçacıklarını oluşturan ve kuark adı verilen temel parçacıklarla ilgili bir model geliştirmiştir. Kuarkların babası olarak da bilinen Gell-Man 1969’da Nobel Fizik ödülünü üzerinde çalıştığı kuark teorisi sayesinde kazanmıştır.

Genel olarak özetlemek gerekirse; kuarklar, temel parçacıktır ve maddenin temel bileşenlerinden biridir. Kuarklar bir araya gelerek hadronlar olarak bilinen bileşik parçacıkları oluşturur. Bunların (hadronların) en kararlı olanları atom çekirdeğinin bileşenleri olan proton ve nötrondur. 1969 yılında Gell-Man’ın önerdiği kuarkların varlığı Stanford Doğrusal Hızlandırıcı Merkezi (SLAC)’inde deneysel olarak ispatlanmış oldu.

1960’lı yılların sonlarına ait çalışmalar ile devam edecek…

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 44)

Antimadde kavramı Dirac tarafından önerildikten sonra ilk antimadde pozitron Anderson tarafından keşfedilmiştir. 1955 yılında ise ikinci antimadde yani antiproton İtalyan Fizikçi Emilio Gino Segrè (1905–1989) ve Amerikalı Fizikçi Owen Chamberlain (1920-2006) tarafından keşfedilmiştir. Varlığı daha öncesinde kuramsal olarak öngörülen antiprotonun keşfi için 1954 yılında Lawrence Berkeley National Laboratory’de bevatron adı verilen bir hızlandırıcı tasarlanmıştır. 1955 yılında gözlenen antiproton 1956 yılında tamamen doğrulandıktan sonra Segrè ve Chamberlain 1959 Nobel Fizik ödülünü almıştır.

1957 yılı uzay çalışmaları açısından oldukça önemli bir yıldır. 4 Ekim 1957 yılında Dünya’nın ilk yapay uydusu Sputnik-1 yörüngeye yerleştirilen ilk uydu olma özelliğine sahiptir. Bu gelişme sayesinde resmen uzay çağı başlamış kabul edilir. Sputnik 1’in uzaya gönderilmesi soğuk savaş yıllarında gerçekleşmiş ve süper güçler arasında yeni bir rekabet olan Uzay Yarışı’nı başlatmıştır. Sputnik-1 Dünya çevresindeki bir tam dolanımını 96 dakikada tamamlamıştır. 1958 yılında Sputnik-1 atmosfere girerek sürtünmeden dolayı yanmıştır. Rusların bu hamlesinden sonra Amerika 1958 yılında Amerikan Ulusal Havacılık Dairesi’ni (NASA) kurmuş ve zaten sürdürdüğü uzay çalışmalarına da hızlandırmıştır.

1960 yılına geldiğimizde Amerikalı Fizikçi ve mühendis Theodore Harold Maiman (1927-2007), dünyadaki ilk ‘lazer’i icat etti. Maiman optoelektronik disiplininin babası olarak bilinir ve ilk çalışan lazer patentini almış bilim adamıdır. Günümüzde lazer; haberleşme-uydu sistemlerinde, askeri amaçlı, tıpta ve sanayide birçok uygulama alanı bulmuş bir konudur.

Uzay çağı ve uzay savaşlarının etkisi iyiden iyiye kendisini göstermeye başlamıştır. 2 Nisan 1961 tarihinde Sovyetler Birliği ilk insanlı uzay uçuşunu gerçekleştirmiştir. Rus kozmonot Yuri Gagarin (1934-1968) Vostok-1 isimli uzay aracıyla Dünya’nın etrafını 108 dakikada dolaşmıştır.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 43)

1948 yılının bir diğer önemli gelişmesi ise yeryüzünün enerji kaynağı olan Güneş’in enerji üretim mekanizmasının çözülmesi olayıdır. Rus bilim adamı George Gamow (1904-1968) Güneş’in merkezinde bir termonükleer füzyon reaktörünün olduğunu, 4 hidrojenin birleşerek helyuma dönüştüğünü ve yüksek miktarlarda enerji üretildiğini söylemiştir.

Yarıiletken cihaz teknolojisinin gelişimi açısından da 1948 yılı önemli bir yıldır. Yarı iletken diyot ve transistörlerinin John Bardeen (1908-1991), Walter Brettain (1902-1987) ve William Shockley (1910-1989) tarafından bulunuşuyla vakum tüpler yerini yarı iletkenlere bırakmıştır. Yarı iletken diyot ve transistörler; küçük, hafif, çok az enerji ile çalışan, verimli, uzun ömürlü olduklarından vakum tüp diyot ve transistörlere göre çok avantajlıydı.  Bu teknoloji yardımıyla diyot ve transistorün yanısıra entegre devreler de üretildi. Yukarıda isimleri sıralanan bilim adamları teknolojide yepyeni bir çığır açan ve elektroniğin kuruluşu anlamına gelen bu buluşlarından dolayı, 1956 yılında Nobel Fizik Ödülü´nü paylaşmıştır.

1945 yılında atom bombasının ilk kez kullanılmasından sonra Gamow’un Güneş için önerdiği mekanizmaya benzer bir sistem 1952 yılında hidrojen reaktöründe denendi ve ilk hidrojen bombası yapılmış oldu. Bu bombayı tasarlayan ve geliştiren Amerikalı Fizikçi Edward Teller (1908-2003) hidrojen bombasının babası olarak da bilinmektedir. İlk yapılan deneme Büyük Okyanus’taki Biikini bölgesinde yapılmış ve atom bombasından daha fazla enerji elde edilmiştir. Bu bomba termonükleer bomba olarak da bilinmektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 42)

1941 yılına gelindiğinde İsveçli ünlü Fizikçi (1908-1995) Hannes Olof Gösta Alfvén yüklü gazların gösterimine yönelik yeni bir tasarım ortaya atmıştır. Maddenin dördüncü hali olarak da isimlendirilen plazma, iyonlaşmış (elektron vermiş) gaz demektir. Alfvén’in söylediğine göre plazma içindeki madde parçacıkları birbirine çok yakınsa sanki sürekli bir ortam gibi düşünülebilir. Bu durumdaki bir plazma bir akışkan gibi kabul edilebilir. Yüklülük ve elektromanyetik alan etkilerini de dikkate alırsak yeni bir çalışma disiplini ortaya çıkar. Alfvén, bu disipline elektromanyetik alandaki yüklü akışkanların dinamiği anlamına gelen Manyetohidrodinamik demiştir. Evrenin %90 ile yıldız içlerinin plazma olduğunun bilindiği bir ortamda Alfvén’in yaptığı katkı çok değerlidir. Alfvén önerdiği bu çalışma disiplini ve sonrasındaki katkılarından dolayı 1970 yılı Nobel Fizik Ödülünü almaya hak kazanmıştır.

Rutherford’un atomun artı yüklü çekirdeğini keşfinden sonra çekirdek fiziği ile ilgili çalışmalar önemli bir hız kazanmıştır. Yukawa tarafından çekirdeğin bozunmadan nasıl durduğunun açıklanması ve Einstein’in kütle-enerji eşitliğini bulması çekirdeğin nasıl parçalanabileceğinin de önünü açmıştır. Atom bombasının babası olarak bilinen Amerikalı Fizikçi Julius Robert Oppenheimer (1904-1967) başkanlığında Manhattan Projesi olarak da bilinen nükleer silah oluşturma projesi başlamıştır. İlk atom bombası Temmuz 1945’te Albuquerque’de (ABD’nin New Mexico eyaletinin en büyük şehri) denenmiş ve 1 ay sonrasında ise savaş amaçlı olarak Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde kullanılmıştır. Bu durum ne yazık ki etkisi büyük ve uzun yıllar süren yıkımlara yol açmıştır.

1948 yılına geldiğimizde çığır açan bir çalışma olmuş, Amerikalı Fizikçiler Richard Feynman (1928-1988), Jullian Scwinger (1918-1994) ve Japon Fizikçi Itiro Tomonaga (1906-1979) kuatum mekaniği ve elektrodinamik üzerine olan çalışmalarını tamamlamıştır. Bu bilim adamları kuantum elektrodinamiği adını verdikleri yeni disiplinin kurulmasına ön ayak olmuştur. Bu disiplin, yüklü atomaltı parçacıklar arasındaki elektromanyetik ilişkiyi inceleyen göreliliği kullanan bir kuantum kuramıdır. Mesela fotonların, kütlesi bulunmayan “ışık parçacıkları” olarak açıklanmasında, kuantum elektrodinamiğinin ortaya çıkışı önemli bir rol oynar. Feynman, Scwinger ve Tomonaga’ya bu çalışmalarından dolayı 1965 yılı Nobel Fizik ödülü verilmiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 41)

1934 yılının bir diğer önemli gelişmesi de yeni bir ışınım oluşturma yöntemi olan Cherenkov ışımasıdır. Öncesinde bahsettiğimiz gibi Röntgen tarafından katod ışın tüplerinde oluşturulan X ışınları, Rus bilim adamı Pavel Alekseyevich Cherenkov (1904-1990) tarafından farklı bir yöntemle oluşturulmuştur. Cherenkov, yüklü bir parçacık (örneğin elektron) boşluk haricindeki bir ortamda ışığın o ortamdaki hızından daha hızlı hareket ederse ışınım oluştuğunu gözlemlemiştir. Bu çalışmasıyla Cherenkov 1958 yılında, bu fenomenin açıklanmasına katkı veren Rus bilim insanları Igor Tamm (1895-1971) ve Ilya Frank (1908-1990) ile birlikte Nobel Fizik Ödülünün paydaşı olmuştur. Cherenkov ışıması sayesinde ortam içindeki maddenin iyonlaşmasının sağlanmasının yanı sıra yeni bir X-ışını kaynağı daha bulunmuştur.

Alman kimyacı Otto Hahn (1879-1968) 1938 yılında uranyumun ürünlerinden birinin daha hafif bir radyoaktif element olan baryum olduğunu bulmuştur. Bu durum uranyumun kendisinden daha hafif atomlara bölündüğünü göstermekteydi. Otto Hahn ağır çekirdeklerin hafif çekirdeklere bölünmesi yani fisyon konusundaki çalışmaları için 1944 yılı Nobel Kimya ödülüne layık görülmüştür.

1940 yılında Amerikalı bilim adamları Edwin McMillan (1907-1991) ve Philip Hauge Abelson (1913–2004) uranyumu nötron bombardımanına tutarak transuranium elementler dediğimiz neptünyum ve plutonyumu keşfetmiştir. Bu çalışma McMillan’a 1951 yılı Nobel Kimya Ödülünü getirmiştir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 40)

Kuantum Fiziğinin ortaya çıkışı ve 20. Yüzyıl Fiziği-12

1932 yılında olmuş bir diğer önemli gelişmede radyo astronominin temellerinin atılmasıdır. Radyo astronomi çalışmalarında evrendeki gök cisimleri sıcaklıklarından dolayı radyo dalgası frekansında ışınım yaymakta idi. Bunu ilk gözleyen ise Karl Guthe Jansky (1905-1950) isimli Amerikalı bilim adamıdır. Bu çalışma ile ortaya çıkan radyo astronomi, ilerleyen yıllarda Büyük Patlama’nın en önemli kanıtlarından biri olan kozmik mikrodalga arkafon ışımasının da gözlenmesinin yolunu açacaktır.

Artı yüklü protonlar ve nötronların bir arada bulunduğu atom çekirdeği nasıl oluyor da bir arada bozunmadan durabiliyordu? Bunun cevabını 1934 yılında Hideki Yukawa (1907-1981) isimli Japon bilim adamı verecekti. Yukawa, mezonlar teorisi adı verilen teorisini ortaya attı. Bu teori atom çekirdeğinde bulunan proton ve nötronlar arasındaki ilişkiyi açıklıyordu. Atom çekirdeğinin bir arada durmasını sağlayan nükleer kuvvetin taşıyıcısı olarak öngördüğü mezonun varlığı ve yaklaşık kütlesi hakkında öngörüde bulunmuştur. İki yüklü parçacık arasındaki elektromanyetik etkileşimin gizli foton isimli parçacıklar arasındaki değiş-tokuşun bir sonucu olarak kabul edilmesini göz önüne alan Yukawa, nükleonlar arasındaki nükleer etkileşimin de bu ara parçacıklar arasındaki yani mezonlar arasındaki değiş-tokuştan doğduğunu varsaymıştır. Eğer böyle olmasaydı iki veya daha fazla proton içeren tüm çekirdeklerin, elektromanyetik itme sonucunda paramparça olması gerekirdi. Yukawa bu parçacığa Yunancada ortadaki anlamına gelen mesos’tan yola çıkarak mezon adını verdi. Çünkü mezonun öngörülen kütlesi elektron ile elektronun kütlesinin 1836 katı olan protonunkinin arasındaydı. Yukawa başlangıçta parçacığı mesotron olarak isimlendirmişti, ancak bu isim daha sonra babası Yunanca profesörü olan Heisenberg tarafından gramatik açıdan mezon olarak düzeltildi. Güçlü nükleer kuvvetlerin incelendiği bu çalışma ile Yukawa 1949 yılı Nobel Fizik ödülünü almıştır.

 

 

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 39)

Kuantum Fiziğinin ortaya çıkışı ve 20. Yüzyıl Fiziği-11

1931 yılı elektronik merceğin geliştirildiği yıl olmuştur. Alman Fizikçi Ernst August Friedrich Ruska (1906-1988) tarafından tasarlanan bu mercek, elektronları tıpkı ışık gibi odaklayan elektromıknatıslardan oluşmaktaydı. Devamında Ruska birden fazla elektron merceğini kullanarak ilk elektron mikroskobunu yapmıştır. Kendisi yaklaşık 50 yıl sonra 1986 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü elektron optiğine yaptığı katkılardan dolayı kazanmıştır.

Öncesinde Dirac’ın kuramında ortaya atılan antimaddeyi ilk defa Amerikalı Fizikçi Carl David Anderson (1905-1991) 1932 yılında deneysel olarak gözlemlemiştir. Bu ilk anti parçacık pozitron adı verilen ve 1897 yılında ilk defa keşfedilen elektronun anti parçacığı idi. Başka bir deyişle artı yüklü elektrondu. Anderson bu çalışmasıyla 1936 yılı Nobel Fizik ödülünü almaya hak kazanmıştır.

1932 yılında yapılan bir diğer önemli çalışma da nötronun keşfidir. İngiliz Fizikçi James Chadwick (1891-1974) yaptığı çalışmalarda atomun çekirdeğinde protonla hemen hemen aynı değerde kütleye sahip yükü olmayan bir parçacık bulunması gerektiğini söylemiş, ispatlamış ve 1935 yılı Nobel Fizik ödülünü almaya hak kazanmıştır. Yükünün olmamasından dolayı bu parçacığa nötron adı verilmiştir. Çekirdeğin proton ve nötrondan oluştuğu sonucuna varılması biri dışında bütün kuşkuları gidermiştir. Fakat hepsi artı yüklü olan parçacıkları bu kadar dar bir yerde tutan neydi? Bu soruyu cevaplandırmak için iki yıl daha beklemek gerekiyordu.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Fizik Nedir? (Bölüm 38)

Kuantum Fiziğinin ortaya çıkışı ve 20. Yüzyıl Fiziği-10

Günümüzde dalga mekaniği ve kuantum mekaniği kavramları iç içe girmiş iki kavram olup bu nedenle sanki aynı kavramlarmış gibi düşünülmektedir. Heisenberg tarafından yapılan bu belirsizlik tanımı, aslında bizi elektronun olma olasılığının bulunduğu yani bulunabileceği konum için kullanılan orbital kavramına kadar götürmektedir. Orbital kavramı 1966 yılında Amerikalı kimyager ve Fizikçi Robert Sanderson Mulliken’e (1896-1986) 1966 yılı Nobel Kimya ödülünü kazandırmıştır.

Belçikalı bilim adamı ve rahip olan George Lemaitre (1894-1966), 1927 yılında hazırladığı Genel Görelilik kuramını kullandığı doktora tezinde evrenin genişlediğini söylemiştir. 1929 yılında ise aslında bir hukukçu olan ve sonradan astronom olan Amerikalı Edwin Hubble (1889-1953) galaksilerin birbirinden uzaklaştığını gözlemlemiştir. Lemaitre’nin söyledikleri ve Hubble’ın gözlem sonuçları birleştirildiğinde Büyük Patlama Kuramı’nın temelleri atılmakta idi. Bu iki sonuç bizi Büyük Patlama’ya götürmekteydi.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Elektromanyetik Radyasyonun Etkileri Üzerine

Elektromanyetik spektrum hakkında bilgi verildikten sonra (http://www.huseyincavus.com.tr/web/elektromanyetik-spektrum/) hem elektromanyetik dalganın enerjisi (http://www.huseyincavus.com.tr/web/elektromanyetik-dalgalarin-enerjisi-ve-foton/) hem de elektromanyetik alanın/radyasyonun madde üzerindeki etkileri fiziksel bir bakış açısıyla bu sitede işlenmişti. Linkleri sırasıyla aşağıdaki gibidir.

Elbette yaşadığımız çağın gereği tüm canlı ve cansız varlıklar radyasyona maruz kalmaktadırlar. Gece uyurken açık bırakılan gece lambası, yaz akşamlarında kullanılan sivrisinek kovucular, yemeklerimizi hemencecik ısıttığımız mikrodalga fırınlar, saçımızı kısa sürede kurutan kurutma makineleri, laptop ve cep telefonlarımızı internete bağlayan kablosuz ağ sistemleri, laptop ve cep telefonlarının direk kendileri, eski ve yeni tip TV’ler yani velhasıl tüm elektrikli cihazlar… tümü radyasyon kaynağıdır. Bu nedenle illaki radyasyona maruz kalınmaktadır. Acaba bunlar zararlı mı? Cevap evet ise ne kadar zararlıdırlar?

Yukarıda linkleri verilen başlıklarda anlatıldığı gibi elektriksel yük ve bu yükün hareketinin olduğu tüm durumlarda elektrik ve manyetik alan (elektromanyetik alan) oluşması kaçınılmazdır. Acaba bun alanın olumsuz yanları var mıdır? Varsa nelerdir? Bu konuda yukarıda kısaca sıraladığımız cihaz ve ekipmanları üreten firmalar zararsız olduklarını öne sürerken olumsuz yönleri olduğunu iddia eden çalışmalar da ileri azımsanmayacak kadar çoktur.

Hatta, Ben bile bu yazıyı yazarken etkilenmiş olabilirim. Işığı bol olsun rahmetli Kemal Sunal gibi olacak ama çok etkilenmemiş de olabilirim. Bu konuda iç karartıcı, ürkütücü , endişe verici olmak istemem.

Radyasyonda sınıflama genel anlamda görünür bölge (kırmızı ve mor ışık arası) üzerinden yapılmaktadır. Yukarıda linki verilen elektromanyetik spektrumun düşük enerjili kısmı veya görünür bölgenin kırmızı renginin ötesinde yani kızıl öte bölgesinde (infrared) yer alan radyasyon iyonlaştırıcı olmayan radyasyon olarak adlandırılırken; mor rengin ötesi ise morötesi (ultraviyole) bölgesi olarak adlandırılmakta iyonlaştırıcı etkiye sahip radyasyon olarak karşımıza çıkmaktadır.

İyonlaştırıcı olmayan radyasyon kaynaklarına bazı örnekler vermek gerekirse bunları günlük hayattan bulmak olasıdır. Bunlar; baz -cep telefon-TV-radyo-telsiz cihazları ve antenleri, iletim hatları, indüksiyonlu ocaklar, mikrodalga fırın, radar sistemleri, traş makinesi, saç kurutma makinesi sayılabilir. Günlük yaşamımızda iyonlaştırıcı olmayan radyasyon kaynaklarının kanser, baş ağrısı, uykusuzluk gibi sonuçlara yol açtığı kesin olarak gösterilememiştir. Lakin bazı çalışmalarda bu tip radyasyona uzun süre maruz kalmanın beynin elektriksel aktivitelerinde ve algılama-dikkat noktasında kısa süreli değişimlere neden olduğu üzerine yoğun bir şekilde ifade edilmektedir.

Elektromanyetik spektrumun güçlü bölgesine yer alan radyasyonun oluşturan kaynaklar, türüne göre sırasıyla aşağıdaki gibidir.

Kozmik ışınlar dış uzaydan gelen radyasyonlardır ve spektrumda en kısa dalga boyuna yani en yüksek frekansa (enerjiye) sahip ışınlardır.Gama ışınları, atom çekirdeğinde radyoaktivite yoluyla oluşmaktadır Gamma ışınları; bir atom çekirdeğinin çapından daha da küçük dalga boylu dalgalar içermektedirler.X-ışınları; özel lambalar, X ışın tüpleri ve metal bir hedefe çarpan hızlı elektronlar gibi mekanizmalar sayesinde oluşturulabilirler. X ışınları (Röntgen ışınları) yumuşak maddelerin içine nüfuz edebilme kabiliyetine sahiptirler. Morötesi (UV) ışınları, tıpkı X ışınlarında olduğu gibi özel lambalarda, gaz deşarjlarında ve de yıldızların içlerinde üretilmektedirler.

Bu tür ışınlara ise iyonlaştırıcı radyasyon da dendiğini söylemiştik. Yüksek enerjili olan bu dalgalar DNA ve biyolojik dokuda hasara yol açabilen ve tabii ki moleküler bazda çok büyük değişikliklere yol açabilen yüksek enerjili radyasyona sahiptirler. Ve hatta iyonlaştırıcı radyasyonun hücrelerin DNA’sını etkileyerek mutasyona ve devamında ise kansere yol açtığı kesin olarak bilinmektedir.

İyonlaştırıcı radyasyonun bu şekilde yıkıcı ve sıkıntı verici etkileri olabilmekte iken günlük hayatta daha sık karşımıza çıkan iyonlaştırıcı olmayan radyasyondan sakınmak için yapılabilecek ufak önlemler nelerdir derseniz; bunlar şu şekilde sıralanabilir. Yukarıda sıraladığımız ve günlük hayatta çokça kullandığımız teknolojik cihazların kullanımını elimizden geldiğinde azaltmalıyız. Yüksek gerilim hatlarının, mümkünse, 500 m yakınında ev-arsa almamalıyız. Bilgisayar ve TV ekranlarından makul uzaklıkta (40-50 cm ve daha fazlası) uzak durmalıyız. Elektromanyetik alanın duvarlardan geçebileceğini hesaba katmalıyız ve yaşam alanlarımızı buna göre düzenlemeliyiz. Çalışma mantığı X ışın ve katot ışın tüplerine benzer olan fakat daha az radyasyona sahip olan eski tip tüplü TV’leri kullanmaktan kaçınmalıyız. Mesela yatak odamızda TV bulundurmamalıyız. Cep telefonlarına sarılarak/yastığın altına koyarak uyumamalıyız. Kullanılmıyorsa ve kullanılmaları gerekmiyorsa eğer elektrikli aletlerin fişlerini çekmeliyiz. Radyasyonu yüksek flöresan veya halojen ampul yerine radyasyonu düşük olduğundan emin olduğumuz ampul kullanmalıyız. Cep telefonları ilk arama ve ilk açma esnasında anlık olarak yüksek radyasyon yayabilmektedirler, bu nedenle, hemen kulağımıza götürmek yerine bir iki saniye sonra kulağımıza götürmeli ve yanağımıza-kulağımıza çok yapıştırmamalıyız.

Son olarak elektromanyetik dalgaların gözle görülmemesi bizi yanıltmamalı ve uzun vadede olası olumsuz etkilerin çok paranoya içine girmeden yavaş bazı sonuçlara yol açabileceğini dikkate almalıyız. Bu konuda yapılan çalışmalar elektromanyetik dalgalara bağlı olası etkileri yönünden kesin ve tutarlı kanıtlar gösterememekle birlikte insanların zihninde kuşku-merak uyandırmaya ve zihinleri bulandırmaya devam etmektedir.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail